Sevgi, zamanın ve emeğin suladığı bir gül müdür? Yoksa lezzetli bir balık gibi mi tüketilir? Psikiyatr Twerski’nin ‘balık sevgisi’ kavramı ve Küçük Prens’in gülü üzerinden günümüz sevgisine bir bakış.
Yazı: Zeynep Canik

“Sevgi” sözcüğünü duyduğunuzda ne hissediyorsunuz? Bu kavram, günümüzde o kadar sık ve yüzeysel kullanılıyor ki, gerçek anlamını unutmuş olabiliriz. 1930’larda doğmuş psikiyatrist Abraham J. Twerski, sevginin kültürümüzde nasıl bozulduğunu ve anlamını yitirdiğini anlatıyor. Sevgi nedir ve neden kaybolmaya yüz tutmuştur?
TDK’nin tanımına göre sevgi: İnsanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu. Şimdilerde bu tanımın ‘bağlılık’ kısmını ne kadar karşılıyoruz derseniz, doğrusu ben de bundan pek emin değilim. Çünkü şimdilerde bu duygu, çiçeği sulamaktan, koparmaya doğru bir yol izliyor gibi görünüyor.
Twerski’yse bize muhteşem bir örnekle açıklıyor bunu: Kotsk’ da çalışan bir görevlinin ilginç hikayesiyle.
Genç adama, “Bu balığı neden yiyorsun.” diye sorar.
Genç adam: “Çünkü balığı seviyorum.” diye cevap verir.
“Demek balığı seviyorsun bu yüzden balığı öldürdün ve pişirdin, bana balığı sevdiğini söyleme! Sen kendini seviyorsun. Çünkü balık o kadar lezzetli ki sen, balığı yemek için sudan çıkardın ve öldürdün.”

Bu hikâyeden, en amiyane tabiriyle, günümüz sevgisinin ne kadar altı boş bir hale getirildiğini görüyoruz. Fedakarlık beklerken, ironik bir şekilde, fedakarlık yapmaktan gocunuyoruz. Çıkar barındırmaması gereken bir kavram olan sevginin büyüklüğünü bile, bu çıkarların oranına göre belirliyoruz. Balığı sevdiği için yediğini söyleyen genç gibi, sevdiğimizi söylediğimiz insanlardan faydalanıyor, faydalandığımız insanları seviyoruz. Ekonomide geride bıraktığımız takası adeta sevgimizde tekrar yürürlüğe soktuk. Elimizde not defterimiz, kime ne verdik, karşılığında ne alacağız diye bekliyoruz. Sevgi dediğimiz şeyinse koşulsuz olması gerekmez mi?

İçinde bulunduğumuz bu tüketim çağında, tüketimin önemli silahlarından biri olan popüler kültür, geleceğe bir şey bırakma amacına sahip değil. Ve yalnızca nesnelere, ürünlere aktarmamış bu özelliğini. Çağımızın pazarında, bizlerin de pazarın bir nesnesi olduğumuzu düşünürsek, bize de aynı özelliği aşılaması pek şaşırtıcı sayılmaz. Sevgi; inşa edilen, zamanla kıymetlenen, vererek çoğalan bir şey olmaktan çıkıp fast food gibi, hemen bitirip kalktığımız bir şey haline geliyor. Onu da hızlıca tüketiyoruz. Elimize hazır bir şekilde geçmesini isteyerek, çaba sarf etmeden edinmeye çalıştığımız şeyden, bir de şikayet ediyoruz. Ama sorsak hepimiz “Sevgi satılık değildir” diyoruz. Tıpkı Küçük Prens’in gülü gibi: Bir bahçede büyüttüğünüz beş bin güle sahip olabilirsiniz. Ancak buna rağmen, Küçük Prens’in tek bir gülde bulduğunu, siz onca gül içinde bulamazsınız. Orada o gülü O’nun gülü yapan fedakarlıklar görürüz, kusurlarla kabul etmeyi, sabır göstermeyi, onu korumayı ve onun için gezegenini terk etmeyi görürüz; şimdilerde gördüğümüz ilişkilerin aksine…
Hayatınızda kıymetini bildiğiniz ve emek verdiğiniz bir gül olsun ki, beş binine bedel olsun. Çünkü biz insanlar alarak değil vererek severiz. Birbirimize verdiğimiz emeğin suyuyla açar çiçeklerimiz.
“Bir gülün güzelliği, ona sarf edilen emek ve sevgiyle doğru orantılıdır.”