Join the Club

Get the best of Editoria delivered to your inbox weekly

Sözcüklere Hapsettiğimiz Dünya

Kendimizi daha iyi anlatmak ve birbirimizi daha iyi anlamak için kullandığımız sözcükler, paradoksal bir şekilde tam tersine yol açıyor olabilir mi?

Yazı: Zeynep Canik

Kendimizi daha iyi anlatmak ve birbirimizi daha iyi anlamak için kullandığımız sözcükler, paradoksal bir şekilde tam tersine yol açıyor olabilir mi? Bu düşünceyi ilk okuduğumda; hiç düşünmediğim, ama içten içe hissettiğim bir şey olduğunu fark ettim.

Gündüz Vassaf, günlük hayattaki totalitarizmi ele aldığı ‘Cehenneme Övgü’ kitabında, tek yönlü baktığımız ve normal kabul ettiğimiz şeyleri sorgulamış. “Sözcük Mahpusları” bölümünde ise bu sorgulamayı kelimeler üzerine yapmış. Kendimizi ifade etme araçları olarak kullandığımız sözcüklerin belki de tam tersi etkide olduğunu anlatmış. Her şeye sahip olma çabasıyla, dünyayı da sözcüklerimizin içine hapsettiğimizi söylemiş. Halbuki biz her zaman sözcükleri, dünyayı anlamlandırma çabasıyla paralel düşünürüz değil mi? İşte burada Vassaf, sözcüklerle düşüncelerimize, duygularımıza getirmiş olduğumuz bir düzenden, standardizasyondan bahseder. Her şeyi bu kalıpların içine yerleştirmeye çalışırken de; basit, alelade hale getirdiğimizden.

“Yaşama daha az dikkat ediyor, kendi basitleşmelerimizle özel soyutlamalarımıza çok daha büyük dikkat gösteriyoruz. Sonsuz çeşitlilikteki deneyim olasılıkları bir yanda dururken, gerçekten yaşayabildiğimiz tek tük şeyleri de hemen sözcüklere kodlayıp standartlaştırıyoruz.”

Anlamak ve anlaşılmak üzere kurduğumuz sözcükler dünyasının esirlerine dönüştük. Sessizlikten korkar olduk. Ne dediğimiz bir kenara, yeter ki susmayalım. Hatta bunu öyle bir noktaya getirdik ki; sessizce düşüncelere daldığımız ortamlardan duyduğumuz rahatsızlık, bize televizyon açtırır oldu. Peki neden sessizlikten böylesine korkuyoruz? Yazarımız; birbirimizi anlayamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullandığımızı; konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korktuğumuzdan yaptığımızı söylüyor. Sessizliği denetleyemediğimiz için ondan korktuğumuzu iddia ediyor. Böylece bizi düşünmeye itiyor: Sahiden de yaptığımız, düşündüğümüz, hissettiğimiz her şeyi ismiyle mi var etmeliyiz? Örneğin aşk kelimesi olmasaydı eğer, aşk da mı olmayacaktı?

“Peki, aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? Aşk olmaz mıydı o zaman? Aşk hissedilemez miydi?’ Aşk, sözcüklerden önce de var olan bir duygudur.”

Getirdiğimiz bu son noktada artık sözcükler, duygularımızın yardımcısı olmaktan çıkmış ve duygularımız sözcüklerin yardımcıları haline gelmiştir. Yaşadığımız her şeyi önceden kategorize edilmiş sözcük kalıplarına sıkıştırmaya çalışıyoruz, bununla da koca bir hayatı ziyan ediyoruz. Başkaları için verilmiş olan tarifler onların hayatında elbette doğru olabilir. Ancak bu sizin fazladan malzemenizi ziyan etmeniz anlamına gelmez. Kalıpları bir kenara bırakıp; içine sığmayan hayatlarımızı sığdırmaya çalışmadan yaşamayı öğrenmeliyiz. Böylece bizi pişiren bu dünyadan, kendimize ait bir tarifle ayrılmayı başarabiliriz. Hayatınız kalıplardan taşıyorsa; hayatınızı değil, kalıplarınızı değiştirmek gerekir bazen.

“Dünyayı sözcüklerle tutsak ettik. Bu süreçte biz de, kendi sözcüklerimizin tutsağı olduk.”

Bültenimize Katılın

Bu yazıyı beğendiniz mi? Aylık bültenimize bayılacaksınız.

Editör

Editör

Yorumlar

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir