Yazı: Nisan Kapucu1969 yılında Houston, Texas’ta doğan Anderson sinemaya babasının kamerası ile başlamış ve ilk amatör çekimlerini gerçekleştirmiştir. Üniversitede okurken yönetmenlik kariyerinde filmlerinde sıkça yer vereceği oyuncu arkadaşı Owen Wilson ile tanışıp 1996 yılında ilk uzun metraj filmi Bottle Rocket’ı yayınlıyorlar fakat pek ilgi görmüyor. Beklediği ilgiyi ikinci filmi Rushmore’da yakalayan yönetmen övgülerin odağı oluyor. …
Yazı: Nisan Kapucu
1969 yılında Houston, Texas’ta doğan Anderson sinemaya babasının kamerası ile başlamış ve ilk amatör çekimlerini gerçekleştirmiştir. Üniversitede okurken yönetmenlik kariyerinde filmlerinde sıkça yer vereceği oyuncu arkadaşı Owen Wilson ile tanışıp 1996 yılında ilk uzun metraj filmi Bottle Rocket’ı yayınlıyorlar fakat pek ilgi görmüyor. Beklediği ilgiyi ikinci filmi Rushmore’da yakalayan yönetmen övgülerin odağı oluyor. Rushmore ile tanındığı dönemden bugüne hala kendi özgün tarzı ile sinema dünyasının öne çıkan yönetmenleri arasında yer alıyor.

Hatta Martin Scorsese’de Rushmore filmini gördükten sonra Anderson’ı kendisinin veliahtı ilan ederek onu sinema camiasında çok özel bir yere konumlandırmıştı. Birçok kişi, Scorsese’nin veliahtı olarak onu seçmesine çok şaşırmıştı çünkü ikisinin de anlattıkları hikâyeler oldukça farklıydı. Fakat Scorsese ve Anderson’ı ortak noktada buluşturan durum ikisinin de olağanüstü birer zanaatçı olduklarıydı.

Wes Anderson’ın filmlerinin bu kadar ilgi görmesinin bir sebebi de kuşkusuz kullandığı muhteşem renk paletleri, simetrik ve kuş bakışı sahneleri, kostümleri ve müzik kullanımındaki ustalığıdır. Wes Anderson’ın çektiği tüm filmlerin, türü ne olursa olsun, simetri takıntısı var. Merkezi tam burundan alınan oyuncular, yarıya böldükten sonra sağa ve sola eşit miktarda yerleşen insanlar, açılabilme özelliği olan tüm kapı, pencere ve çadırların açılma düzlemleri, dikkat çekmesini istediği her obje; bazen Hindistan’da bir taksinin aynasında sallanan boncuk işi, bazen açılan çekmecenin içinde duran cüzdan ekranın tam ortasına sabitleniyor. Simetrik kadrajın yanı sıra yönetmen; tracking shot olarak bilinen izleyici çekim, yavaş çekim, zoom, pan ve tilt çekimleri gibi kamera hareketlerini de sıklıkla kullanıyor.

Anderson, her filmi için ayrı bir renk paleti kullanıyor. Bu renk paletlerini de kostümler ve dekorlarda kullanarak izleyiciye görsel bir şölen sunuyor. Bu arada Anderson filmleri yalnızca yazmak ve yönetmekle kalmayıp kıyafetlerden mekanlara kadar tüm detayları büyük bir özenle tasarlıyor.
Bottle Rocket (1996)
Anderson’ın ilk uzun metrajlı filmi. Wilson kardeşler Luke ve Owen Wilson’ın başrollerinde olduğu suç-komedi filmi, Martin Scorsese’nin 90’lı yılların en iyi 10 filmi listesinde yer almakta. Akıl hastanesinden çıkan Anthony (Luke Wilson), arkadaşı Dignan (Owen Wilson)’a katılması ile suç işlemeye başlamalarını konu alıyor.

Rushmore (1998)
Rushmore adlı bir özel okulda okuyan Max Fisher (Jason Schwartzman) okulun en aktif öğrencisidir. Bütün etkinliklerde yer almasının yanı sıra çoğu kulübün kuruculuğunu da yapmış olan Max, ne yazık ki dersleri konusunda istediği başarıyı elde edemeyen bir öğrenci. Bir gün okuldaki bir öğretmene aşık olur ve kendisini bir aşk üçgeninin tam ortasında bulur.

The Royal Tenenbaums (2001)
Küçük yaşlarına rağmen birbirinden yetenekli üç kardeşin çocukluk ve yetişkinlik dönemlerini izleyiciye sunuyor. Tenenbaums kardeşler gençlik dönemlerinde babaları tarafından terk edilir. Babaları Royal Tenenbaum (Gene Hackman) çocukları büyüdüğünde geri dönme kararı alır. Ancak artık çocuklarının eski yetenekli hallerinden eser kalmadığını görür. Oscar ve BAFTA adaylıkları bulunan film, 1 Altın Küre ödülüne sahip.

The Life Aquatic with Steve Zissou (2004)
Film, çektiği belgeselleri ile ünlü olan bir okyanus bilimcisi, Steve Zissou (Bill Murray), ve ekibi etrafında dönen olayları konu alıyor. Zissou, son belgesel çekimleri sırasında iş ortağı Esteban’ı öldüren köpek balığından intikam almak için ekibi ile tekrar açık denizlere döner.

The Darjeeling Limited (2007)
Birbiriyle babalarının ölümünden beri görüşmeyen ve araları pek de iyi olmayan üç kardeş Hindistan’da uzun bir tren yolculuğuna çıkar. Hem aralarını düzeltmek hem de uzun süredir görmedikleri annelerini bulmayı amaçlamaktadırlar. Anderson’ın 13 dakikalık ‘’Hotel Chevalier’’ adlı kısa filmi ise üç kardeşten biri olan Jack Whitman’ın tren yolculuğuna katılması öncesini anlatıyor.

Fantastic Mr. Fox (2009)
Anderson’ın stop motion tekniği kullanarak çektiği animasyondur. Bir tilki olan Mr. Fox üç çiftçiden her gece yemek çalmaya başlar. Bunu fark eden çiftçiler tilkiye artık bir ders vermeleri gerektiği konusunda anlaşırlar. Mr. Fox, yeni aldığı evini ve çalmaya başladığı gerçeğini sakladığı için karısının güvenini kaybeder. Seslendirmenler arasında George Clooney ve Meryl Streep’in yer aldığı filmin ikişer tane Oscar ve BAFTA adaylığı ve 1 tane de Altın Küre adaylığı var.

Moonrise Kingdom (2012)
Konusu 1965 yılında geçen film tiyatro oyunu sırasında tanışan 12 yaşındaki izci Sam ve arkadaşı Suzy birlikte kaçmaya karar verirler. Yaşadıkları adayı izci olan Sam sayesinde dolaşıp en sonunda bir sahilde kamp yaparlar. Kaçtıklarını öğrenen polis, izciler ve Suzy’nin ailesi bu iki çocuğu her yerde aramaya başlarlar. Filmin birer tane olmak üzere Oscar, BAFTA ve Altın Küre adaylıkları bulunuyor.

The Grand Budapest Hotel (2014)
Anderson’ın en başarılı filmlerinden biri olarak nitelendirebileceğimiz film, Stefan Zweig’ın notlarından ilham alınıp beyaz perdeye uyarlanmış. Eskiden ihtişamlı yapısıyla herkesi kendisine çeken Budapest Hotel’in artık neredeyse kimsenin uğramadığı bir otele nasıl dönüştüğü anlatılıyor. Film; 4 Oscar, 5 BAFTA ve 1 Altın Küre ödülüne sahip.

Isle of Dogs (2018)
Anderson’ın ikinci stop motion animasyon filmi. Sebep oldukları problemler nedeniyle Japonya’daki bütün köpeklerin Megasaki şehrinden uzaklaştırılıp bir çöp adasında tutulması kararlaştırılır. 12 yaşındaki Atari isimli bir çocuk köpeğini bulmak için için bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Film Oscar, BAFTA ve Altın Küre’de aday gösterildi.

The French Dispatch (2021)
Film üç temel makale üzerinden inşa ediliyor. İlki J.K.L. Berensen’ın yazısı; ömrünü parmaklıklar ardında geçiren yetenekli ressam Moses Rosenthaler, tuhaf bir romantizm yaşadığı gardiyanı Simone ve eserlere göz dikmiş koleksiyoner Julian Cadazio hakkında. İkinci olarak Lucinda Krementz bizleri 1968 Mayıs’ına, iktidara karşı başlayan öğrenci hareketinin ön saflarına götürüyor; farklı görüşlerden aktivist öğrenciler Zeffirelli ve Juliette ile tanıştırıyor. Son segmentte ise bir davete katılan yemek yazarı Roebuck Wright’ın eksantrik bir aşçı, kaçırılan bir çocuk ve bolca kovalamacanın yer aldığı, yüksek tempolu anısına kulak veriyoruz.
