yazı: Nisan Kapucu‘’Rastgele çekilen fotoğraflar daha güzel çıkar, tesadüfen tanışılan insanlarla daha mutlu oluruz, kıyıda köşede uyuklamak uykunun en tatlısıdır.Her şeyin kendiliğinden olanı güzel.’’Ara Güler’in çektiği ve ardında bizlere bıraktığı, her karşılaştığımızda tekrar tekrar yalnızca eski bir film sahnesi misali seyrettiğimiz fotoğraflarını belki de gerçekten en doğru bu alıntı açıklar. Poz vermeden, bazen objektifi fark …
yazı: Nisan Kapucu
‘’Rastgele çekilen fotoğraflar daha güzel çıkar, tesadüfen tanışılan insanlarla daha mutlu oluruz, kıyıda köşede uyuklamak uykunun en tatlısıdır.
Her şeyin kendiliğinden olanı güzel.’’
Ara Güler’in çektiği ve ardında bizlere bıraktığı, her karşılaştığımızda tekrar tekrar yalnızca eski bir film sahnesi misali seyrettiğimiz fotoğraflarını belki de gerçekten en doğru bu alıntı açıklar. Poz vermeden, bazen objektifi fark etmeden kendi hayatlarının içinde kaybolan insanlarımızı, şehirlerimizi izleriz onun gözünden. Ve bu her zaman onun eserlerinde böyledir; her şeyin kendiliğinden olanı güzeldir. Hesabına kitabına kadar yapılan planlardan çok daha keyiflidir günübirlik seyahatler veya birisini sadece birkaç dakikalığına görebilmek için uğraşmak buluşmaların en değerlisidir. Kestirmeye şekerleme yapmak denmesinin sebebi de kim bilir, bu olabilir mi?

Fakat maalesef kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki önümüzde biriken işlere, arkamızda bıraktıklarımıza veya en kötüsü günü bize harcatan ekranlarımıza; gözümüzün ferini geri getirecek birçok an elimizden bir kuş olup uçup gidiyor. ‘’Ah, keşke…’’ bile diyemiyoruz eskisi gibi çünkü aslında neleri kaçırdığımızı ayırt edemeyecek kadar kaybolduk. Büyüyüp sorumlulukların artmasının bir yan etkisi şüphesiz. Çoğu zaman hayatın getirdiği dertleri düşünmekten hem çevresini hem de kendini unutuyor insan, yabancılaşıyor özüne. Bu yüzden de bir dönem dilimizden düşmeyen ‘’carpe diem’’ şu an yalnızca eski tişörtlerimizle birlikte dolaplarımızın en kuytu yerinde çürümeye mahkum.

Ara Güler ise bu konuda bana bir ışık oldu kuşkusuz. Yani fotoğrafçılık eskiden tamamen anı yaşamama engeldi. Zaten insan ömründen koşarak uzaklaşan zaman birkaç saniye bile olsa engel oluyordu görüleni kaydetmeye. O yüzden, manzarayı çekmek değil izlemek isterdim. Objektiften değil de kendi gözlerimden yakalamak istiyordum; ışık ayarları yapmadan, en net ve renkli şekilde. Daha sonra birçok hatıram hakkında konuştukça onları unutmaya başladığımı, ne kadar zihnime kaydetmek için uğraşsam da kalıcı olmadığını anladım. Öyle anlardaysa tek kurtarıcı, şikayet etmeme rağmen çekilen fotoğraflarım oldu. Babamın emektar kamerasının yeni sahibi oluşumun hikayesi buydu. Her anımı yüzlerce kare kaydetmeye başladım. Fotoğraf makinem artık gözümün gözüydü. Binbir hevesle çevremdekileri ve gördüklerimi kaydetmeye başladım. Zamanla artık tanımadığım insanlar da dahil oluyordu karelerime ve işte o zaman kendi fotoğraflarıma bir anlam yükledim: ben ‘‘an’’ çekiyordum. Yani keşke dışarıdan görebilseydim kendimi denilen durumlarda benim çektiklerim bir tebessüm ettiriyordu insanlara. Ben bir tebessüm oluşturabilmek için yapıyordum bu işi. Gözümle bile fark etmezdim bu detayı dediğim sahneler benim elimde sonsuza kadar duracaktı artık.

Aynı şekilde ailenizi her gün gördüğünüzden günden güne yaşlandıklarını asla kıyas yapmadan anlayamazsınız, gözünüzle fark etmezsiniz. Bir iki senenin bile ne kadar büyük bir etki yarattığını ancak böyle öğrenirsiniz. Güldükleri bir an kaz ayaklarına dikkat kesilirsiniz çünkü önceden onun varlığını hatırlamazsınız. Öfkeden ve üzüntüden ne tepki vereceğinizi bile şaşırıp sadece gelecek günlerinizi nasıl kazanacağınızı sorarsınız kendinize. Belki de kendinizi suçlarsınız, sorumluluk ararsınız fakat ne kadar çabalasanız da eninde sonunda zaman denilen laneti veya görkemli gücü kabul edip affedersiniz her şeyi. Onlara dair birçok şey artık geri alınamayacak denli güçlü bir şekilde değişmiştir. Elinizden gelense yalnızca gelecek güzel günleri kurtarmaktır hatta belki de anı doyasıya yaşamayı tekrar öğrenmektir.

Ben de bir gün anneme sarıldım ve o kokuyu aldım, yaşlanıyordu. İçimde çakan şimşekleri hem kalbimin hem de zihnimin en kuytu, en soğuk köşelerinde hissettim. Gözlerimden de aynı hızda yaşlar boşaldı. Dudaklarımda süt lekelerinin olduğu yaşlarda annemin kokusu nasıldı hatırlayamaz oldum. Hıçkırdım. Hüzün veya bir öfke değildi hissettiğim; başka, bambaşka bir histi. Tam o anda hem büyüdüğümün hem de annemin kaşlarındaki aklardan tutun da kokusuna kadar onu değiştiren zamanın farkına vardım. Büyümek istememeye de başladım yavaşça, çok doğaldı. Bir sonraki doğum günü pastamın mumlarını hemen üflememek için çok az uyudum, çok gezdim, çok biriktirdim. Bana kalırsa annem ve babam daha da gençleşmişti; bense artık birçok şeyi öğrenmiştim ve kıymetini yaşıyordum.

Zamanın bu yakalanamaz akışından şikayetçi olduğum dönemlerde aile albümlerine kafayı takmış, her gün karıştırıyordum. Ailemden ne kadar fazla fotoğraf bulursam o denli zenginleştirecektik hatıralarımızı. Fakat daha önce hiç görmediğim bir çocuk fotoğrafı buldum. Kim olduğunu sorduğumda ise henüz altı yaşında kızamıktan dolayı hayatını kaybettiğini söylediler. Önce yakınlarını düşündüm; kahroldum, çok canım yandı. Bundan sonra ise tek düşünebildiğim çocuk haliyle neleri kaçırmış olduğuydu. Çünkü ben bunca kavramı kavrayıp karmaşasında kaybolurken o, renkli dünyasını sadece siyah beyaz görmüştü fotoğraflarda ve 1954 yılında henüz ay dedenin yanına gidebileceğimizin farkında bile değildi. Fakat kim bilir, gözlerini kapattıktan on beş sene sonra gerçekleşecek olan şeyin hayalini belki de o çoktan kurmuştu. Ve o çocuğun hayalleriyle can verdiği birçok şeye şu an ben şahitlik ediyordum. Günün sonunda o minik, bana zamanın merhem olduğu kadar da zehirli bir diken olduğunu, yaşadığımız bu süreçte hiçbir şeyin kalıcı ve sabit olmayacağını gösteren en basit kanıtlardan biriydi bakıldığında.