Join the Club

Get the best of Editoria delivered to your inbox weekly

Sartre: Varoluşunu Bıraktı, Etkisi Hala Devam Ediyor

Yazı: Melisa Güller “Varlık ve Hiçlik” ve “Bulantı” gibi dünyaca tanınan eserlerin sahibi olan Jean-Paul Sartre, tam 43 yıl önce bugün doğduğu, hayatının büyük bir kısmını geçirdiği ve yazılarının temel unsurlarından biri olan Paris’te hayatını kaybetti. Dünyadan ayrılışının üstünden neredeyse yarım yüzyıl geçmesine karşın mirası hala kendini korumaya devam ediyor; bundan bir yarım yüzyıl sonra …

Yazı: Melisa Güller

“Varlık ve Hiçlik” ve “Bulantı” gibi dünyaca tanınan eserlerin sahibi olan Jean-Paul Sartre, tam 43 yıl önce bugün doğduğu, hayatının büyük bir kısmını geçirdiği ve yazılarının temel unsurlarından biri olan Paris’te hayatını kaybetti. Dünyadan ayrılışının üstünden neredeyse yarım yüzyıl geçmesine karşın mirası hala kendini korumaya devam ediyor; bundan bir yarım yüzyıl sonra daha da korumaya devam edecek gibi görünüyor.

Henüz 15 aylıkken babasını kaybeden Jean-Paul Sartre, bir öğretmen olan annesinin sevgisi ve ilgisi doğrultusunda büyütüldü. Sartre oldukça erken yaşta ebeveynlerinden birini kaybetmesinden dolayı hayatında zorlu dönemler geçirse dahi, annesi ile yakınlıklarını hiçbir zaman kaybetmedi. Annesi Anne-Marie Schweitzer, Sartre’nin geleceğin başarılı yazar ve düşünürlerinden olması adına elinden geleni ardına koymadı. Jean-Paul’un annesine karşı duyduğu derin sevgi, annesinin ölümünden sonra dahi ona mektup yazmaya devam etmesinden açıkça anlaşılabilir. Öyle ki, mektuplarından birinde, annesi hakkında şunları yazmış:

“Sen benim her şeyimsin, her zaman her şey olacaksın. Senden ayrı kalmak acı verici, zor ve üzücü.”

1924 yılında École Normale Supérieures’a felsefe okumaya hak kazanan Sartre, aynı okulda bir başka önemli yazar ve düşünür Simon de Beauvoir ile tanıştı. Bu tanışıklık, ömür boyu sürecek olan tutku, acı, ihtiras ve aşk dolu bir birlikteliğin başlangıcı oldu. 

Aynı seminerde yer alan Simon de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre, ikisinin de felsefeye olan ilgisi doğrultusunda bir araya geldiler. Sık sık felsefi fikirleri tartışmak adına birlikte çalışan ikili kısa zamanda yakın arkadaş oldular ancak ilişkileri sadece arkadaşlık ile sınırlı değildi; aralarında romantizm de vardı. İkisi de birbirlerine karşı derin hisler beslemelerinin yanında geleneksel anlamda bir “ilişki” modeli içerisinde bulunmadılar. Hayatları boyunca başka insanlara karşı da hisler besleyip, ilişkiler kurdular. “Açık ilişki” olarak adlandırılabilecek bir hikayeleri vardı ve ikisi de bu durumu hayatları boyunca sürdürdü. Feminist filozofiye öncelik eden Simon de Beauvoir ve varoluşçuluğa öncülük eden Jean-Paul Sartre, birbirlerine karşı hayranlıklarını hiç yitirmediler ve çalışma alanlarında da birbirlerini desteklediler. 

Sartre, en güzel “seni seviyorum” cümlesine sahip olmak konusunda azmetmiş olacak ki şu cümleleri görüyoruz Simon de Beauvoir’a yazdığı bir mektubunda:

“…Bugün, seyahatlerin yorgunluğunu hissetmeyen ve senin varlığına özlem duymayan bir şekilde, seni tanımadığın bir şekilde seviyorum. Sana olan aşkımı kontrol ediyorum ve kendimin bir bileşeni olarak içime alıyorum. Bu, sana itiraf etmediğimden daha sık oluyor ama sana yazarken nadiren olur. Beni anlamaya çalış: Dış dünyaya dikkat ederken bile seni seviyorum. Toulouse’da sadece seni sevdim. Bu gece, açık penceredeki bir bahar akşamında seni seviyorum. Sen benimsin ve şeyler benimdir ve aşkım çevremdeki şeyleri değiştirir ve çevremdeki şeyler aşkımı değiştirir.”

Tabii Sartre, sadece romantizm konusunda yetenekli değildi; 20.yüzyılın en etkili filozoflarından biriydi.”Varoluşçuluk”un yaygınlaşmasındaki en önemli isimlerden olan Sartre, “Neden Varım?” sorusu üzerine odaklanmıştı. İnsanın varoluşunu konu alan varoluşçuluk felsefesi üzerine Sartre, varlığın insandan önce geldiğini savunmuştu. Varlığın öncelikliği düşüncesi, varlığın insanlar tarafından sonradan tanımlandığını ve şekillendiğini ifade eden bir düşünce sistemi olarak, Sartre’nin onayını almıştı. “Varlık önceliklidir” inancını “İnsanın Özgürlüğü” gibi birçok kitabında da işleyen Sartre, devamlı olarak varlığını sorgulayan insanlar adına bir temsilciydi, hala da olmaya devam ediyor diyebiliriz diye düşünüyorum.

Defalarca Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ve 1964 yılında da kazanan Sartre, ödülü kabul etme tercihinde bulunmadı, nedeni de “kurumsallaşmayı” reddetmesi ve ödülün beraberinde getirdiği beklentileri kabul etmek istememesi ve ödülü kabul etmenin yazar olarak bağımsızlık ve dürüstlüğünü tehlikeye atacağına inanması, ayrıca yazarların siyasi bir mesaj verme gerekliliğine inanması ve aktivist görüşleri ile tam olarak örtüşmeyen bir komite ile bağlantısının olmasını istememesiydi.

Hayatı boyunca aktivist yönünden ödün vermemiş olan Sartre, Marksizmin anahtar figürlerinden biri olarak radikal sol hareketlerinin yanında yer aldı ve eşitliği ve sosyal adaleti savundu. 

Varoluşçuluk felsefesine uygun bir şekilde “Beni ünlü yapın ama sonra beni unutun!” diyen Sartre, bugünler için, ölümünden sonra devam eden hayat ve o hayatın içindeki insanlar için, kendi varoluşuna yüklediği anlamı, insanların da kendi hayatlarına yükleyebilecekleri anlamlar adına bir hatıra olarak bırakmıştır belki de. “Beni ünlü yapın” kısmının gerçekleşmesi de Jean-Paul Sartre için keyifli bir faktör olmuştur diye düşünüyorum. 

Bültenimize Katılın

Bu yazıyı beğendiniz mi? Aylık bültenimize bayılacaksınız.

Sanat Duvarı

Sanat Duvarı

Yorumlar

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir