röportaj: Sinem Bakış Sevgili Erdal Güney ile müzik, edebiyat ve sanat üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine bu keyifli sohbetimiz için çok teşekkür ederiz...Müzik ile nasıl tanıştınız?Müzik ile çocukluk yaşlarında tanıştım. Müzik, aile içinde hep vardı, türkü söylenen bir ortamda büyüdüm. Tabii o dönemin koşulları çok zordu. O dönem, kasetler ve büyük teypler vardı, metotlar …
röportaj: Sinem Bakış
Sevgili Erdal Güney ile müzik, edebiyat ve sanat üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine bu keyifli sohbetimiz için çok teşekkür ederiz…
Müzik ile nasıl tanıştınız?
Müzik ile çocukluk yaşlarında tanıştım. Müzik, aile içinde hep vardı, türkü söylenen bir ortamda büyüdüm. Tabii o dönemin koşulları çok zordu. O dönem, kasetler ve büyük teypler vardı, metotlar yoktu. Müziğe halk müziği ve bağlama ile başladım. Tabii nota bilgisi, tavırlar, yöreler… Halk müziği çok geniş bir alan, türkü sözleri ise adeta bir metin. Onlara ilgim beni yönlendirdi ama her zaman ailemin desteği de çok katkı sağladı. Daha sonra da kültür merkezlerindeki, halk evlerindeki arkadaşlara ders vermem ya da bilgi paylaşmam gerektiği için bu defa da nasıl öğretildiğini öğrenmek üzere üniversite yıllarında eğitimim devam etti. Bağlama hocamın beni yönlendirmesi ile sfarkında olmadığım bir yolculuk başladı ve sevdiğim bir yolculuk olduğu için bu yolda yürüyebildim. Ancak endüstriyel bir alana dahil olan müzik, müzisyen açısından çok meşakkatli ve zorluklarla dolu bir yolculuk. Çünkü popüler işlerde beğenilmesi gereken bir ölçüt var. Her şey kendi içinde anlamlı ve güzel ama buradaki o ölçüme dönen beğeni beni de zorladı. Kendimi hala bir müzisyen gibi değil de müzik öğrenen bir insan olarak görmeye çalışıyorum. Çünkü müzik çok geniş bir alan; ifade olarak da çok geniş, çok kadim bir sanat dalı. İçinde bir sürü formu, biçimi ve tarihsel dönemleri barındırıyor. E tabi açmazı da söyleyeyim, müzikle uğraşmaya başladığınızda kulağınız ciddi anlamda hasar yaratabiliyor. Yani duymak için kullandığınızda başka bir şey, ama bir şey üretmeye başladığınızda duyduğunuz her şeyi kendi süzgecinizden, bir manipülasyonla kendinize aitmiş gibi düşünebilirsiniz. O yüzden üretim aşaması çok zorlu ve ben iyi müzik dinleyemez hale gelmiş olmaktan oldukça üzgünüm.
“Üretmek” bir sanatçı için çok önemli bir kavram. Peki sizin eser üretirken en büyük motivasyonunuz nedir, sanatınızı ne besler?
Hiç düşünmedim. Düşünsem zaten üretemezdim sanırım. Sanat biraz daha başka bir şey. Sanatın herhangi bir aracı ile buluşup üretimde bulunuyor olmanız sizi sanatçı yapmaz. Ben böyle söyleyince insanlar bana “çok mütevazısınız” diyor. Değil, mütevazılık başka bir şey. Hayatı farkında olarak yaşadığınız zaman kendinizi konumlandırmanız lazım. Çünkü karşınızdaki en nihayetinde sanat. Sanat, tarihsel derinliği olan ve bir sürü insanın biriktirdiği bir şey ve aslında o yolculukta onların biriktirdikleri ile yol alıyoruz. Sanat için söylenen bir cümle var:” Bütün kendini oluşturan parçalardan daha başka bir anlam ifade etmeli”. Sanatçı, işte o bütünlüğü başkalaştırabilen kişidir. Ben o anlamıyla, söz yazıyorum, müzik yazıyorum, kardeşimle beraber daha çok kolektif bir çalışma yapmanın keyfini yaşıyorum. Uzun zaman boyunca görüntüye müzik üretirken de başka bir disiplinle buluştum. Zaten bir dönem albümlerim çıktıktan sonra, üçüncü albümden sonra, dizi, sinema, belgesel müzikleriyle buluşma şansım oldu. Orada da görüntüye dönük bir anlamlandırma gerekiyordu. İki sanat disiplinin buluşması kendi içinde başka birikimleri zorunlu kılıyordu. Yoksa biz orada saf müzik kullanmıyoruz. Görüntü ile anlam kazanabilecek, görüntüyü destekleyebilecek bir müzik dalı olduğu için, daha iyi müzik yapabilir miyim diye, önce yüksek lisans yaptım, şimdi de doktora ile uğraşıyorum. Yani dramaturjiyi anlayabilirsem, kendimi müzikte daha iyi ifade edebilirim diye düşünüyorum. Gerçekten zor, çünkü zaman günümüzde çok hızlı akıyor. Ürettiğiniz şeyin günlük hayattaki karşılığını bulabilmesi için biraz da onu dinleyen insanların kültür alımlamasını, tüketimle ilişkisini, yurttaş olarak yaşadığı demokratik ve politik süreçteki tercihlerini ve hayatı yorumlama biçimlerini çok iyi bilmek gerekiyor. O yüzden mümkün olduğu kadar şarkı sözlerinin bir şiir olmadığını bilmekle beraber ama ona çok yaklaşması gerektiğini düşünen, melodik olarak, ritmik anlamda, bir şarkı formunun o geleneksel süreç içinde farklı formlara bürünmüş hallerine de uygun olmasını istiyoruz. Yoksa “ben ürettim ve buyurun dinleyin” gibi değil. Bence hâlâ bizi terbiye etmesi gereken bir külliyat var ardımızda. Ona da saygı duymaya çalışıyoruz, tabi günün sonunda ürettiğiniz şeyi insanlar dinlediğinde sizi tüm bu üretme sürecinizden bağımsız seviyor ve ben de şaşırıyorum yani niye bu kadar çok seviyorlar bu şarkıyı diye. Çünkü dinleyen kişi de kendi hikayesini dahil etmiş oluyor ve bundan dolayı mutlu oluyorum.

Hatırla Sevgili, Elveda Rumeli gibi pek çok ünlü dizinin ve filmin müziklerini yaptınız. Film ve dizi müzikleri yapmak sizi ve kariyerinizi nasıl etkiledi?
Artık insanların günlük hayatta görsel ile ilişkisi başka bir boyuta taşındı. Bunların temel nedenlerinden birisi, kullandığımız kitle iletişim araçlarında yaşanan tekilleşme ve bireyselleşme…Örneğin önceden bir sinema filmine hepimiz birlikte gidiyorduk ama şimdilerde kalabalık topluluk parçalanmış durumda. “Birlikte film izleyelim mi?” cümlesi bile “ya ben onu daha sonra kendi başıma izlerim” noktasına geliyor. Herkes, telefonundan veya bilgisayarından bireysel izliyor. Haliyle şanslarımdan birisi de çok fazla izlenen birkaç dizinin müzik ekibi içinde yer aldım. “Hatırla Sevgili”, “Elveda Rumeli”, “Bu kalp Seni Unutur Mu?” bunlardan birisi… Öyle olunca, oralarda yayınlanan şarkı, bizim için dinleyenlere kolay ulaşılabilir hale geldi. O anlamıyla biraz daha bilinirliği arttırdı diyebilirim.
Sizce müziğin filmdeki yeri nedir? Müzik bir filmin olmazsa olmazı mıdır?
Tam olarak o değil. Çünkü sinema başka bir şey. Elbette birçok sanat dalı ile buluşarak günümüze ait bir sanat disiplini olarak geliyor. Sinemanın içinde müziği, edebiyatı, operayı bulursunuz. Sinema, dramaturjisi olan bir alan ve kendini nelerle ve nasıl ifade edebileceğini tercih edebilir. Sinema dediğimiz şey bir eserdir ve o eser senaryoyla kendini ifade eder. O bir öykü, roman gibi bir metin değildir. Aradaki o anlatılmayan bir sürü detayı ve cümleyi kamera anlatır. Tabii, filmin diliyle de çok ilgili. Popüler sinema, müziği çok fazla kullandığı için sinemada müziğin olumsuz işlevleri de vardır. Müzik, sinemada manipüle etmek için kullanılabilir, hata gidermek için kullanılabilir, insanların duygusal ve film ve karakterle özdeşleşmesini çok fazla köpürtebilir. Bunlar bizim sinemada çok fazla tercih ettiğimiz şeyler değil. Bir de türler ve akımlar var. Bazı filmleri müziksiz ifade edemezsiniz. Eğer türünüz ve diliniz buna uygunsa, onu da filmin dramuturjisini destekleyebilecek şekilde kullanmanız tercihen doğrudur.
Müzikle olduğu kadar edebiyatla da yakından ilgilisiniz. 2021 yılında çıkarmış olduğunuz “Kasabanın Akşam Halleri” adlı kitabınızdan ve sizdeki yerinden bahsedebilir misiniz?
Bir yazar değilim, bir yazanım. Pandeminin başladığı dönemde, arkadaşlar Bavul Dergisi’nden bir yazı istedi. Bende de bir anı özelliği olan, Tribeca Film Festivali’nde yarışmacı olarak gittiğimiz bir film vardı ve burada yönetmene eşlik etmiştim. Özel bir ev sohbetinde de Robert de Niro’ya bağlama çalmıştım. Bu olayın yanı sıra, bir de Zülfü Livaneli’nin benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Livaneli, 12 Eylül Darbesi’nden sonra bir filmin müzik ödülünü alıyor, fakat darbe olduğu için o ödüller verilmiyor. Daha sonra, Altın Portakal Film Festivali’nde “Geciken Ödüller” adı altında bir bölüm açılıyor ve o ödüller tekrar sahipleri ile buluşturuluyor. Livaneli, ödülü almaya yoğun çalışmalarından dolayı katılamamıştı. Bana da kendisinin yazdığı bir metin verildi ve onu okuyarak ödülü kendisine iletmek için aldım. Hayatımda hiç ödül almadım, aldığım ilk ödül de Livaneli’nin kendisine ulaştırmam için verildi. Çok keyifli bir şey, nedeni de şu: Lise sonda okuldan atılmıştım, atılma nedenlerimden birisi de Livaneli’nin albümlerinden birisi…Kopya bir albüm, çünkü o zamanlar bulamıyoruz. Yıllar sonra, benim gidip hem Livaneli’nin ödülünü almam hem de okuldan atılma nedenlerimden birisi ile orada yüzleşmek çok güzeldi, bu da fena bir öykü olmadı.

Yazmak başka bir disiplin. Bir de olay öyküyü çok severim. Ben de kitabımı yazarken Rıfat Ilgazların, Aziz Nesinlerin, Muzaffer İzgülerin ve daha bir sürü ustanın öykülerine öykündüm aslında. Kasabaya gitmiştim, pandemide her yer kapalıydı. Orada aslında kendi kurmacamı, kasabada kendi yalanlarımı yazma süreci oldu ve toplamda 18 öykü ortaya çıktı. Onu da Bavul Dergisi’nden arkadaşlar ve Sol Kültür Yayınları basmak istedi. Yalnız oradaki sorun şuydu: 5000 vuruş izni vardı. Bu beni sınırladı ama aynı zamanda bir ritim de kattı. İyi bir atölye oldu ve geri dönüşleri de gayet güzel buluyorum. Bu, elbette benim edebi yönümle ilgili değil ama öykülerde geçen olaylar, daha sonrasında herkesin “bu da benim başımdan geçti” dediği olaylar ve bunlar da aslında birbirimizin çoğalmasını sağlayan metinler, şiirler, şarkılar… Aynılaşıyorsun… Ama kendi başına, kendine ait olan şeyleri toplumsal paylaşım sürecine sunduğunda herkes bir yazarı okuyor. İnsanın kendi kalabalığını, yazarın yazdığı şeyde bulamamasını sevmiyorum. Bunu da eleştirmiyorum ama bana bu kalabalıklaşma hikayesini destekleyecek, yalnız olmadığımızı hissettirecek şeyler iyi geliyor. Şu anda da 14.öyküye geliyoruz. Bunlar tabi daha çok üzerine çalışılmış şeyler. Onun da ilk fırsatta olgunlaştıktan sonra ikinci bir öykü kitabı olarak çıkacağını umuyorum. Çünkü öyle de bir beklenti var.
“Kasaba” kelimesi sizin için ne ifade ediyor?
Kasaba, bana çok zamansız bir mekânı tarif ediyor. Çünkü bizim çocukluğumuzda köy, kasaba vardı. Daha sonra iller, ilçeler çıktı ortaya… “İl”,” ilçe”, daha demografik, daha politik ve bürokratik bir tanımlama. Edip Cansever’in “Yalan, her tenha kasabanın akşam saatidir.” cümlesi beni çok etkilemişti, bu cümle aynı zamanda kitabın girişinde de yer aldı. Ben “Saat” ile “vakit” arasında bir fark olduğunu düşünürüm. Mesela, köyde ve kasabadayken saate göre değil, günün batımına göre yaşarız. Kasabanın insanların birlikte yaşamak zorunda kaldığı, her anlamda birbirini tolere ettiği, dramatik olan şeyleri çok yükseltmediği gibi övgü tarafları varken; aynı zamanda her yere çok uzakmış gibi yaşayan ve bunun bedbaht huzursuzluğunu yaşayan, insanların birbirleri ile yüzleşmekte güçlük çektiği bir yönü de var. Ama bizim kasabanın halleri üzerinden konuşacak olursak, kasaba, benim çocukluğuma dair yaptığım yolculuğun bir coğrafyası, bir yaşam mekânı. O anlamı ile, sadece kendi hissettiklerim üzerinden kasabayı tarif etmeyi tercih ediyorum.
Aynı zamanda Bavul Dergisi’nde yazarlık yapmaktasınız. Günümüzde bizim gibi internet dergiciliği yapan platformları nasıl değerlendirirsiniz?
Bence çok önemli, çok kıymetli.“Akıllı telefon ve internetin bulunduktan sonraki süreci yaşamak istemezdim” diyebilecek kadar insan doğasına aykırı, yabancı bir hayatın içine mahkûm edildiğimizi düşünüyorum. Teknoloji üreten siz olmadığınız için, doğal olarak bunun kültürünü de siz üretemiyorsunuz. İnternet çağını ve teknoloji çağını daha mantıklı yaşayan yerler var, bizim ülkemiz dışında. Ama biz bir kâbus durumundayız. Örneğin yıllık verilerine göre, Spotify’da inanılmaz dinleniyormuşum ama örneğin bir konser yapıyorsunuz, insanlar konser tercihini başka bir bağlamda kullanıyor. Eğlenebileceği şeylere öncelik veriyorlar, biz de eğlendiriyoruz bu arada, dinleyenlere küçük bir not, gelin konserlere… (gülüyor) Haliyle bu uyuşma zor bir şey. Size gelecek olursak, elbette yazmanın, edebiyatın, kültürün bugün neyi tarif ettiği ve bununla buluşacak insanların nerede ve kendini nasıl pozisyonlandırıldığı düşünülürse eğer, çok özel bir şey yapıyorsunuz. Geçmişte biz de yaptık, gelecekte başkaları da yapacak. Zamana ait bir cümle kurmaktır bence bu. Çok beylik bir cümledir ve ben de çok kullanırım bu sözü, nereden duyduğumu da hatırlamıyorum: “Zamanı kendi haline bırakırsanız insanı en can alıcı yerinden yakalar, orası da belleğidir.” Sizin bu yaptığınız şey, belleğe ait bir zaman tutma hikayesidir, o yüzden çok kıymetli. Valla ben de bir okuyucunuz olarak, bu özellikle röportajdan sonra başlayan bir süreç, teşekkür etmek isterim.
Kariyerinizin gelişim sürecinde sizleri etkileyen ve örnek aldığınız isimler oldu mu?
Soruyu şuradan yanıtlayayım, ben hiç kariyer planlaması gibi düşünmedim. Ben bir yolculuk yaptım ve bu çok zorlu bir yolculuktu. Örneğin, bir müzisyen için doğuştan gelen yeteneklere sahip değilim. Olanaksızlıktan da yol aldım diyebilirim. Piyanomuz yoktu mesela, gitarla halletmeye çalışıyorduk ama yapı olarak kötü bir gitarımız vardı. Öğretecek insanlar yoktu, fakat çok tutkuluydum yani, o çok etkileyici oluyor. Örneğin Ruhi Su, Tülay German, Livaneli, Halk Edebiyatı’ndan Mahzuni… Şimdi kimi söylesem eksik kalacak… Kendi çocukluk dönemimdeki Moğollar… Yani böyle düşünerek söylüyorum ki saygısızlık olmasın. Sonraki dönemlerde de kendi yaşıtlarımızın, çağdaşlarımızın ürettiği çok güzel şeyler var. Çok yetenekli müzisyenler var, bayılıyorum dinlemeye. Bunlar beni müzisyen olma konusunda kamçılıyor, öğrenmeye çalışmamı sağlıyor. Aslında müziğin dinlenebilecek bir şey değil, kültürel anlamda ilişki kurulabilecek bir şey olduğunu anlıyorsunuz.

Son olarak üretmek isteyen gençlere neler söylemek, hangi tavsiyeleri vermek istersiniz?
Öncelikle, sanatın, kendi düşünsel ve estetik yönünüzün gelişmesine hizmet edecek bir şey olduğunu ve sizin iç dünyanızla ilişkisi olduğunu, dışsal nedenlerin motivasyonu ile sanatın yapılamayacağının farkında olmak lazım. “Beni dinlesinler, beğensinler, popüler olayım” gibi düşünceler, bu işin doğasına uygun değil. Israrcı olmak, hayatın bence en meziyetli yönlerinden birisi. Bununla beraber, buluşabileceğiniz o geniş toplumsal yığınlar ve katmanlar ile -bu az olur çok olur-, yaşadığımız hayatı tarif etmek, anlamlandırmak ve katlanılabilir hale getirmek için üretimlerde bulunmak gerekiyor.