röportaj: Dilara YiğitUzun bir süre caz ve çeşitli batı müziği tarzlarında eserler üretip icra ettiniz. Daha sonra 2001’de Türk halk müziği, klasik Osmanlı/Türk müziği ve benzer geleneksel müzik türlerine ilgi duymaya başladınız. Sizi geleneksel seslere iten şey neydi? Esasında 90’lı yılların ortalarında Berklee Müzik Koleji’nde okurken geleneksel Hint müziği ve çeşitli geleneksel Afrika ve Latin Amerika …
röportaj: Dilara Yiğit
Uzun bir süre caz ve çeşitli batı müziği tarzlarında eserler üretip icra ettiniz. Daha sonra 2001’de Türk halk müziği, klasik Osmanlı/Türk müziği ve benzer geleneksel müzik türlerine ilgi duymaya başladınız. Sizi geleneksel seslere iten şey neydi?
Esasında 90’lı yılların ortalarında Berklee Müzik Koleji’nde okurken geleneksel Hint müziği ve çeşitli geleneksel Afrika ve Latin Amerika müziklerine ilgi duymaya başlamıştım ama bu gibi geleneksel müziklere daha ciddi anlamda yoğunlaşmam New England Konservatuarı’nda master yaptığım yıllara denk geliyor. O yıllarda merakım daha çok bir caz bestecisinin bu gibi farklı müzik geleneklerinin barındırdığı zenginlikleri idrak etmesi şeklinde tezahür ediyordu. Ancak tam da master derecemi bitirirken tamamen bir tesadüf eseri mehter müziği ile tanıştım. O sıralarda ABD yaşayan ve caz efsaneleri ile çalışan genç bir müzisyen olarak mehter müziğine, ve hatta geleneksel Türk müziklerinin tamamına, bakışımın oryantalist olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat o tesadüfi karşılaşma esnasında bir noktada belki de hayatımda ilk kez geleneksel Türk müziğini oryantalist filtrelerden geçirmeden dinledim ve hemen akabinde de makamın inceliklerine kendimi kaptırdım. Dolayısıyla, beni çeken unsur melankolik veya nostaljik bir ‘vatan hasreti’ değil, aksine tam anlamıyla müziğin bizzat kendisiydi.
New England Konservatuarı’nda doktora yaptığınız sırada 3. lisan olarak Osmanlıca öğrenmeyi tercih ettiniz. Müzisyenler opera dillerinden olan Fransızca, Almanca veya İtalyancayı tercih ederken sizin seçiminiz neden Osmanlıca oldu?
İşin doğrusu yukarıda bahsettiğim mehter müziği tanışmasından hemen sonra, daha master derecemi bitirirken, Osmanlıca (veya eski Türkçe) öğrenmeye Harvard’da Osmanlı tarihi okuyan bir arkadaşımın sayesinde başlamıştım. Doktoraya başladığım zaman Hocalarımdan biri bu gayretlerimi görüp Osmanlıcanın Latince gibi bir arşiv dili olarak tanımlanabileceğini ve çalışmalarımı bu alanda yoğunlaştırdığım için okulun bu gayretlerimi destekleyeceğini belirtti. Ancak Harvard Üniversitesi’nde Osmanlıca sınavı alıp geçmemi şart koştular. O zaman da imdadıma kıymetli Hocam Prof. Cemal Kafadar yetişti. Eksik olmasın Cemal Hocam dünyada bir tanedir. Onca işinin içinde bana bizzat Osmanlıca çalıştırdığı günleri asla unutamam… Neticeten, kompozisyon branşında doktora yaparken 3. lisan şartını eski Türkçe öğrenerek yerine getirmeme olanak tanıyan New England Konservatuarı ise ortaya cidden örnek bir yaklaşım koymuştu.

“The Rise Up” adlı albümünüzün ilk 3 parçasını Şems ve Mevlâna Celaleddin Rumi’nin hikayesinden esinlenerek oluşturdunuz. Tasavvuf müziğinde sizi en çok etkileyen faktör neydi?
2000’li yılların başlarında bir yandan Türk müziği bir yandan da eski Türkçe öğrenirken kendimi kimliksel arayışlar içinde de buldum. O zamana kadar dert etmediğim konular aklıma takılır oldu… Öyle ya, insan o yaşına kadar sorgulamadığı veya küçük gördüğü meseleleri bir anda ciddiye alınca bu defa kimliğini de sorguluyor. Bu kimlik sorgulamasının içinde benim için dini hususlar da yer alıyordu. Zaten klasik Osmanlı/Türk müziği çalışırken yolunuzun tasavvuf ile kesişmemesi de mümkün değil. Dolayısıyla, kısa sürede kendimi hızla tasavvuf felsefesini ve çeşitli tarikatların pratiklerini anlamaya çalışır vaziyette buldum. Birkaç sene içinde esasında yüzlerce tarikatın olduğunu ve bunların içinde mesela Nakşibendilik gibilerinin bana uzak olup Mevleviliğin bana yakın olduğunu ve bilhassa Bektaşiliğin beni tam ifade ettiğini idrak ettim. Zira benim kahramanlarım Edip Harabi ve Neyzen Tevfik’tir. Bu gibi tarikatların müzik gelenek ve pratiklerini icra etmekten de büyük keyif alıyorum. Zaten Orta Doğu müzikleri içinde belki de en kompleks formu oluşturmuş gelenek de Mevlevi ayinlerinin bizzat kendisidir.

“The Sun Of Tabriz” ve “The Boston Beat” adlı çalışmalarınızı dinlediğimizde iki eser arasında etkileyici farklar görüyoruz. Birbirinden farklı bu iki kültürü nasıl oluyor da bu kadar etkileyici bir şekilde yansıtıyorsunuz? Kültürlerarası olmak sizin için ne gibi faydalar sağlıyor?
Ben kendimi “bimusical”, hatta “multimusical” olarak tanımlıyorum; yani birden fazla müzik lisanını rahatlıkla konuşabiliyorum. Ancak bu noktaya gelmek için önce senelerce klasik Batı müziği ve caz çalışıp 2000’li yılların başından itibaren de neredeyse tüm caz ve bestecilik kariyerimi tamamen duraklatarak 10 sene kadar geleneksel Türk müziklerine odaklandım. Makam konseptinin inceliklerini, ud, bağlama, zurna çalmayı ve ney üflemeyi öğrendim. Dolayısıyla, saydığım bu müzik dillerini içselleştirebilecek zamanı kendime tanımış oldum. Neticeten, bu kültürlerarası duruş sayesinde de farklı müzik gelenekleri arasındaki paralel veya zıt konseptleri rahatlıkla duyduğuma ve adeta bu müzik lisanları arasında en ‘doğru’ tercümeleri yapabildiğime inanıyorum.
Vermiş olduğunuz bir konserde Türk müziğindeki sesleri elde edebilmek için “Rönesans 17” isimli yepyeni bir klavye tasarlayıp bu dijital enstrüman üzerinde sesleri Türk makamlarına uygun bir biçimde akort ettiğinizi belirttiniz. Türk müziğinde çokseslilik konusunu Batı müziği bağlamında nasıl ele alıyorsunuz?
Esasında Türk müziğinde çokseslilik arayışları konusu cidden komplike bir mesele. Mesela, Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu ilk senelerde halk müziğinden hareketle bir çoksesli kimlik üzerine gidiliyor ama bu tanımlama temelde Avrupa merkezli. Dolayısıyla, ‘kendisine’ Avrupa üzerinden bakmaya çalışan bir tutum söz konusu. Bu tutumu eleştirebiliriz ama kültürel mirasımızı bugün tanımlayacak olursak bu dönemi ve bu dönemden bize kalan eserleri de yadsımamalıyız. Neticeten, ben evvelce bahsettiğim şekilde klasik Osmanlı/Türk müziğini derinlemesine çalışıp ortaya içselleşmiş bir ‘multimüzikal’ yaklaşım koyduğuma inanıyorum ama günün sonunda ben de bir Cumhuriyet çocuğuyum ve, kanımca, kendimi bu yakın tarihten soyutlamaya kalkmam da abesle iştigal eder – zaten bir şeyin aksini yaptığını iddia etmek bile o mefhumun bir parçası olunduğunun ispatı niteliğindedir.

Velhasıl, böylesine karmaşık bir kimliksel örgü içerisinde klasik Osmanlı/Türk müziğindeki makamların inceliklerini çoksesli bir ortama taşımayı düşünürken, geçtiğimiz 23 sene boyunca hep bunları icra etmeye haiz klavyeli bir çalgının da hayalini kurdum. O yıllarda çözümün Rönesans ve erken Barok dönemlerinde Avrupa’da kullanılan ve bir oktavda 12’den fazla tuşa sahip olan org ve klavsen tasarımlarında olduğunu düşündüm zira Rönesans ve erken Barok dönemlerinin Avrupa müziği esasında Türk müziğinin komalı yapısını andırır ki o dönemlerin akort sistemleri de bugün (Türk müziği gibi) ‘mikrotonal’ olarak tanımlanıyor. Neticeten, 3-4 sene önce bu girişimim için The Boston Foundation’dan bir ödül aldım ve geçtiğimiz Eylül ayında da bir konserimde konsepti ve tasarımı bana ait olan (ve patent müracaatını da gerçekleştirdiğim) “SANLIKOL Rönesans 17” isimli dijital mikrotonal klavyeli çalgıyı ilk kez sahneye çıkardım. Bir oktavda 17 tuşa sahip olan bu enstrümana dair tanıtıcı videolar sanlikol.com’da mevcut.
The Boston Globe, sizin müziğinizi “renkli, yaratıcı, ritmik, hayat ve duygu dolu” olarak nitelendiriyor. Müziğinizi bir tanıma sığdırmak gerekirse bunu nasıl ifade edersiniz?
Kozmopolit, gelenekler arası elitist ayrımlar yapmayan, sanatsal muhtevası yüksek ama keyif almayı da dışlamayan bir tanım iyi bir başlangıç olabilir. 🙂
“Dünya” adlı kültür sanat vakfının kurucususunuz. Vakfın kuruluş sürecinden, amacından ve önümüzdeki süreçte gerçekleştirmek istediği faaliyetlerden bahseder misiniz?
Doktora çalışmalarımı tamamlarken ABD’de başını çektiğim tüm konser ve albüm prodüksiyonlarını bir vakıf bünyesine taşımayı düşündüm. Vakfı 2003 senesinin sonlarına doğru eşim Serap Kantarcı Sanlıkol ve eski Hocam Robert Labaree ile birlikte kurduk. İlk başlarda gerçek anlamda amatör bir ruhla başlayan girişimlerimiz süratle profesyonel bir hal aldı. İlk yıllarda ağırlıklı olarak çeşitli geleneksel Türk müzikleri ve ilintili benzer geleneksel müzikleri (mesela Bizans, Maftirim, vb.) icra ediyorduk. Daha sonra caz ve bu gibi farklı müzik tarzları da prodüksiyonlarımıza dahil oldu. Fakat misyonumuz her zaman merkeze Türkiye’yi koydu. Ama bunu yaparken de tüm dünyaya çoğulcu bir perspektiften bakmayı ihmal etmedik. Esasında vakfın ismi duruşumuzu iyi tanımlıyor: dünya kelimesi aslen Arapça olup belki de yeryüzünde gezegenimizi ve/veya bu gezegende yaşanan hayatı tanımlamak için en sık kullanılan kelime (ki Yunanca, Farsça, Urdu gibi birçok dil gibi biz de Türkçede bu kelimeyi kullanıyoruz). Velhasıl, prodüksiyonlarımızda tüm dünyaya çoğulcu bir biçimde bakarken kendi kökenlerimizin de ne derece çok-katmanlı ve zengin olduğunu unutmuyoruz. Hatta tüm dünyaya o kökenleri iyice idrak etmiş bir biçimde bakmaya çabalıyoruz…
2023 senesinin Mayıs ayında vakfımız yeni bir caz orkestra albümü yayınlayacak. Şu sıralar bu albüm prodüksiyonu ile meşgulüz. Sıkı durun, içinde uluslararası caz yıldızları da barındıran bomba gibi bir albüm geliyor!

Hem 2015 yılında Grammy finalisti hem de 2018 de ABD’nin Massachusetts eyaletinde yılın bestecisi olmaya adaydınız. Sizi bu adaylıklara götüren en önemli unsur neydi? Eserlerinizi üretirken neleri esas aldınız?
Müziğimin sanatsal muhtevası yüksek olsa da dinleyiciye çok uzak değil. Bu durum önemli bir rol oynuyor olabilir. Öte yandan, caz, konser müziği ve klasik Osmanlı/Türk müziği gibi farklı geleneklerden beslenen eserlerim farklı kulvarlarda icra edilseler dahi çoğu kimseler tamamında bir “Mehmet Ali Sanlıkol” tavrı/üslubu duyduklarını söylüyorlar. Ne mutlu bana.
Eserlerimi üretirken neleri esas aldığımdan daha ziyade nerelerde ilham bulduğumu tanımlamam daha kolay olacak. Sizin de gördüğünüz gibi tarihi ve spritüal meseleler üzerinden besteleme şevkini daha kolay yakaladığımı söyleyebilirim.

Özellikle lise yıllarında Şebnem Ferah, Tarkan Gözübüyük ve Pentagram ile birlikte konserler verdiğinizi daha önce belirtmişsiniz. Rock dünyasından önemli isimlerle aynı sahneyi paylaşmak müziğinizde ne gibi etkiler oluşturdu?
80’li yılların Bursa’sının amatör ruhunu halen içimde taşıdığıma inanıyorum. Hatta o kökenlerin müziğimde halen içten içe mevcut olduğunu da düşünüyorum. Jimi Hendrix, klasik Deep Purple, Led Zeppelin, Queen, Pink Floyd, vb. toplulukları dinlemekten bugün de büyük keyif alıyorum…
2003 yılında Audiofact grubu ile oluşturduğunuz Asitane albümünde günlük hayattan sesler de kullandınız. Bu ve benzer sesleri biriktirmenizi sağlayan şey nedir? Yeni sesler elde edebilmek için bunlardan yararlanıyor musunuz?
O zaman Asitane isimli albümümüzü oluştururken İstanbul’da yaşanan bir günü müzikle betimleyebileceğimizi düşündük ve günlük hayattan bizzat topladığımız seslerin de yardımıyla ortaya bir konsept albümü koymayı denedik… Etrafıma kulak kabartan bir müzisyenim ama işin doğrusu Asitane albümünde olduğu gibi sokaktan sample toplama işine bir daha o boyutta giriştiğimi de söyleyemem. Yalnız benim ciddi bir sinema ve film müziği geçmişim de var – Berklee’de okurken hem caz kompozisyon hem de film müziğinde çift diploma yaptım. Sinematografi sanatını da bilhassa çok takdir ediyorum. Dolayısıyla etrafıma böyle bir gözle baktığımı söylemem mümkün.
Sinema ve müzik arasındaki ilişki sizin için ne ifade ediyor?
Bu ilişkiyi elbette çok seviyorum ama sinema ve TV fevkalade ticari bir sektör olduğu için ortaya konulan işlerin belki de %90’ı rafine eserler değil. Olmasını beklemek de abes olur zaten. Seri üretimin bu kadar yüksek olduğu ve bir besteciden çoğu zaman en fazla birkaç hafta içinde 2 saatlik filmler için orkestral müziklerin beklendiği bir sektör günün sonunda ortaya tekrara ve klişelere dayalı işler koymak zorunda. Hatta daha da fenası, ortaya çıkan ürünlerde ismi geçmeyen bir sürü besteci de yer alıyor. TV’de işler daha da beter… Ancak bu şartlara istisna teşkil eden filmler ve müzikleri ise benim için birer hazine kadar değerli. O yüzden kariyerimin bir noktasında güzel bir film müziği projesine imza atmayı cidden çok arzu ediyorum.