Join the Club

Get the best of Editoria delivered to your inbox weekly

Sırça Fanusun Ölü Bebekleri – Sylvia Plath

Yazarımızın canı yaşamdan öyle yanmış olacak ki, huzuru ölüm düşüncesinde bulmuş. Bu ölüm düşüncesi tekrar eden intihar denemeleriyle -ki sonunda ölümü de bunlardan birinin başarıya ulaşmasıyla gerçekleşmiş.- arzularından, eylemlerine taşmış. Yetmemiş; eserlerine, şiirlerine taşımış. Ta ki ölümün kendisi oluncaya dek…

Yazı: Zeynep Canik

Bazen hepimiz nefes almakta zorlandığımızı hissederiz; içimize bir sıkıntı düşmüştür, bunalmışızdır, kötü bir şey olmuştur veya belki de hiçbir şey olmamıştır. O an adeta çevremizdeki tüm oksijen yok olmuş gibidir. Vardır, oradadır, biliriz bunu. Ama o an için ulaşılmaz oluverir birdenbire. Bu his tanıdık geldi mi? Sylvia bunu kısa ve keskin bir şekilde bizim için betimlemiş aslına bakarsanız.

“Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kafesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.”

Yukarıda bahsettiğim o nefes alamama durumu için sırça bir fanus betimlemiş. Sırça bir fanusta doğmuş, ölü bir bebek olarak. Gittiğim yer, yaptığım şey fark etmiyor; diyor. Çünkü o bunu, olaylardan ve konumlardan bağımsız yaşıyor. Biz o an içinde bulunduğumuz duygu durumunu, sıkıntıyı, konumu, açıklarız belki bu metaforla, Sylvia için ise o fanus; yaşamın ta kendisi.

“Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi takılıp kalan insan için, dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.”

Nefes almak için verdiği çabanın, çektiği acının, yaşamadan kurtulma uğraşlarının arkasında, depresyonun derin izleri karşılıyor bizi. Küçüklüğünden beri ağır depresyon hastası olduğunu bildiğimiz Plath’in, kendini nasıl bir karanlık ve çaresizliğin ortasında hissettiğini Sırça Fanus adlı yarı otobiyografik romanında iyice hissediyoruz.

Hayatının çeşitli dönemlerinde intihar girişiminde bulunan Plath’in ilk girişimi 20 yaşında annesinin uyku haplarıyla olmuş. Bu olay, Sırça Fanus romanının temelini oluşturuyor diyebiliriz. Romanın kahramanı Esther Greenwood, Plath’in kendi yaşam öyküsünün bir yansıması. Esther, başarılı bir öğrenci ve yazar olmasına rağmen, kendini toplumun baskılarından ve beklentilerinden uzaklaşmış hissediyordu. Hayatın anlamını bulamıyor, geleceğe dair umut besleyemiyordu. Kendini sırça bir fanusun içinde hapsolmuş gibi görüyordu. Bu fanus, onun depresyonunu, yalnızlığını ve çaresizliğini sembolize ediyordu.

“Ölüm çok güzel olmalı,

yumuşak, kahverengi toprakta yatmak,

birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması, ve sessizliği dinlemek.

Dünün olmaması, ve yarının olmaması.

Zamanı unutmak, hayatı affettmek, barışta olmak…”

Zor zamanlarımızda yaşadığımız bu duygu durumunun bizi ne kadar yıprattığını düşünürsek, hayatının her alanında bu hisle yaşamak nasıl bir işkencedir… Yazarımızın acısına değinmek gerekirse; canı yaşamdan öyle yanmış olacak ki, huzuru ölüm düşüncesinde bulmuş. Bu ölüm düşüncesi tekrar eden intihar denemeleriyle -ki sonunda ölümü de bunlardan birinin başarıya ulaşmasıyla gerçekleşmiş.- arzularından, eylemlerine taşmış. Yetmemiş; eserlerine, şiirlerine taşımış. Ta ki ölümün kendisi oluncaya dek.

“Ölmek,

Her şey gibi bir sanattır,

Bu konuda yoktur üstüme.”

Bültenimize Katılın

Bu yazıyı beğendiniz mi? Aylık bültenimize bayılacaksınız.

Editör

Editör

Yorumlar

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir