Join the Club

Get the best of Editoria delivered to your inbox weekly

Sermet Yeşil: Oyunculuk gelip geçer ve o ana aittir.

röportaj: Dilara YiğitHacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda eğitim aldıktan sonra Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitiminizi tamamladınız. Bize mesleğinizle olan ilişkinizden ve düşüncelerinizden bahseder misiniz?Oyunculuk bir sanat işi. Oyunculuğu tiyatro, sinema veya televizyon oyunculuğu görmek dışında farklı fikirler de var. Bir şeyi yansılamak veya onu taklit etmenin sanatla çok ilgili olmadığına dair bir düşünce var. Daha çok …

röportaj: Dilara Yiğit

Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda eğitim aldıktan sonra Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitiminizi tamamladınız. Bize mesleğinizle olan ilişkinizden ve düşüncelerinizden bahseder misiniz?

Oyunculuk bir sanat işi. Oyunculuğu tiyatro, sinema veya televizyon oyunculuğu görmek dışında farklı fikirler de var. Bir şeyi yansılamak veya onu taklit etmenin sanatla çok ilgili olmadığına dair bir düşünce var. Daha çok zanaat olduğu yönünde bir kanaat var. Bir de bu düşüncenin tam aksi yani oyunculuğunda bir sanat olduğu ve bunun biricik olduğu üzerine bir fikir var. Bu konunun derinliğini araştırmak istedim ve tam da bu sebepten ötürü yüksek lisans yapmaya karar verdim. 

Bir oyunculuk tekniği üzerine yüksek lisansımı yaptım. Tiyatro kuramcısı Stanislavski ile dünyada modern tiyatro ve oyunculuğun serüveni başlar. Michael Chekhov da onun öğrencilerinden biri. Kendisi Stanislavski’nin önerdiği metot üzerine bir teknik uyguluyordu. Chekhov’a şöyle bir soru yönlendiriyorlar, ‘’Sizce dünyada bu mesleği yapanlar arasında kaç yöntem var?’’ ve o da ‘’Ne kadar oyuncu varsa o kadar yöntem vardır.’’ şeklinde cevap veriyor. O yüzden kendisinin bu sözü üzerine bir araştırma yapıyorum. Yani oyunculuk dediğimiz şey hayatın gerçeğini alıp sahneye uyarlamak ve bu aslında bir yaratım süreci. Bu nedenle biriciktir. Yani ‘’Sermet’in oynadığı rol Sermet kadar oluyor.’’ Herkesin kendi dünyası o rol içinde bir anlam buluyor. Bu rol Sermet’in veya Ayşe’nin dünyasıyla mana buluyor. Her oyuncu farklı bir yöntemle oynuyor. Bunu anladığımda hem yüksek lisansın hem eğitimin gerekli ve elzem olduğuna karar verdim. Öğrenmeniz gereken yansılama veya kopyalama teknikleri var ve bu yöntemler size ışık tutuyor. Kendimizi gösterebilmek ve dünyamızı kurabilmek için bu ışığa hepimizin ihtiyacı var. 

Burada aynı zamanda seyirciyle kurulan bir iletişim de mevcut. Seyirci de o gün, orada, o an ki performansa tanık olduğu için biricik. İzlediği şey onun dünyasında bir yer işgal diyor ve bu karşılıklı olduğu için hayatın kendisinde yer alan bir sanat. Yani bir heykeltıraşın, ressamın veya müzisyenin icra ettiği sanata benzemiyor. Aynı zamanda sürekli değişen bir sanat. Sergilenen her performans farklı oluyor. Sistem ne kadar net belirlenmiş olsa da asla aynı ve o kurallar içinde olmuyor. Bu anlamda ‘’oyunculuk’’ sanatın getirdiği yaratım sürecinin gereksinimlerini fazlasıyla karşılıyor. Tüm bu veriler doğrultusunda benim için bir sanat ama zanaat olduğu yönünde de fikirler var ve bu da mesleğe olan bakışınızı belirliyor. Ben biraz daha sanat yönünde durmaya çalışıyorum. Ele avuca sığmayan, evinizin bir köşesine koyamayacağınız veya duvarınıza asamayacağınız donuklukta kalıplaşmış bir hali yok. Oyunculuk gelip geçer ve o ana aittir. Yüksek lisansın mesleğime bu anlamda fazlasıyla katkısı olduğunu düşünüyorum.

‘’Kaç Para Kaç’’ filmi ile beyaz perdede ilk rolünüzü aldınız. Sinemaya ilk adımınızı atarken bir Reha Erdem filminde yer almak size neler kattı?

Filmin gösterim tarihi 1999’du. O zamanlar İstanbul benim için çok yabancı bir şehirdi. Elbette biliyordum, gelip gidiyordum ama çok büyük ve korkutucuydu. ‘’Kaç Para Kaç’’ filmi öncelikle İstanbul’la tanışmama vesile oldu. Reha Erdem sinemasının büyülü atmosferiyle tanışmamı sağladı. Sanki bir üniversite okurken beraberinde başka bir okulu da okuyormuşum gibi hissettim. Bütün bir set boyunca yaptığım mesleği yeniden öğrendim. Ki zaten okulumu bitirmemiştim ama şans eseri rolü kabul ettikten sonra kamera önünde nasıl oynamam gerektiğini öğrendim. Yani tiyatroda seyirciyle buluşmadan önce sette bir makine ile buluşmayı deneyimledim. Bu bana iki farklı oyunculuk biçiminin ortak noktalarını gösterdi ve çok keyifliydi. Reha Erdem ile bu beraberliğimiz sonrasında da devam etti. Ardından ‘’Kosmos’’ adlı filmi yaptık. Reha Erdem ile çalışmak bitmeyen bir okul gibi. Oyunculuk serüvenime çok büyük bir katkısı oldu. Orada diğer oyuncularla, dekorla, görüntüyle, ses, efekt ve hemen her şeyle tanıştım. Sinemanın başı sonu belli olmayan, inorganik ve sürekli yer değiştirerek, kısacası bulmaca gibi çalışma yöntemi vardır. Bu şekilde çalışmanın ne kadar teknik bir şey olduğunu ve bu tekniğin içinde rolü baştan sona diri tutabilmek için oyuncunun da çalışması, motivasyonunu sağlayabilmesi için başka bir şekilde düşünmesi gerekiyor. Bu konuda yanımda Reha Erdem gibi başarılı bir yönetmen olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. 

Bir diğer faydası ise mekanik bir aletin içine 22 yaşımı sabitlemiş oldum. Fotoğraftan öte bir sinema olduğu için tuhaf bir his veriyor. O zamanı o günlerimi hatırlıyorum ve galiba bir insan için en büyük hediyelerden biri.

2005 yılından bu yana Caligula, Sırça Kümes ve Özgürlüğün Bedeli gibi kıymetli tiyatro oyunlarında yer aldınız. Aynı zamanda televizyon dizilerinde de çalışmalarınızı sürdürdünüz. Sahne ile ekran arasında ne gibi farklar ve zorluklar var?

Açıkçası ben bir fark görmüyorum. Ekranda veya perdede tıpkı sinemada olduğu gibi bir alışveriş var. Tiyatrodaki alışveriş çok canlı ve biricik. O an orada harcanıp tüketilen bir şey ve tekrarı yok. Fakat televizyondaki, ekrandaki etkileşim oyuncuya ait bir paylaşım değil. O etkileşimi yaptıktan sonra oyuncu farklı bir zaman diliminde ve mekânda bulunuyor. Rolüyle kendini göstermesinin ardından rol hapsedilip, kapanıp korunduktan bir süre sonra seyirciyle buluşabiliyor. Yani araya büyük bir zaman giriyor ve bu süreçte hem oyuncu hem de seyirci değişiyor. O yüzden buluşma anları doğrusal bir çizgide ilerlemiyor. Bundan dolayı da taraflar arasındaki seyir farkı sürprizlere gebe. Oyuncu için ise değişen bir şey yok. Az önce de söylediğim gibi rol yaratım sürecinde her oyuncunun bir rol tekniği vardır. Bu yöntemi tiyatro, televizyon ve sinemada da kullanırsınız. Teknik olarak ikisi birbirinden farklı olduğu için örneğin; tiyatroda sesinizi en arkadaki seyirciye ulaştırmak zorundasınız, sinemada veya televizyonda ise farklı bir metot kullanıldığı için böyle bir kaygıya kapılmıyorsunuz. Başka bir teknik haline geldiği için sizden bağımsız oluyor. Oyuncu için belki daha faydalı oluyor çünkü daha az şeyle uğraşıyor fakat seyirciden gelecek olan tepkiyi bir süre sonra görüyor. Bu anlamda televizyon ve sinemayı oyuncunun sanatından daha bağımsız görüyorum. Orada yönetmenin, makyözün, kostüm tasarımcısının ve çaycının bile katkısı var. Daha çok topluluk dahilinde yaratılan bir şey. Tiyatroda ise biricik ve yalnız kalıyorsunuz. Elbette bir prova süreci var ama hepsi prömiyerin ilk günü yok olup gidiyorlar ve bir oyuncu olarak seyirciyle baş başa kalıyorsunuz. Sinemada veya televizyonda ise oyuncudan bağımsız, teknik bir şekilde ilerliyor. Bunların dışında televizyon ya da tiyatro arasında bir fark görmüyorum. 

Fakat bir oyuncu ekran karşısında rol alırken oynadığı sahne kesilip kurgulanabiliyor ancak tiyatroda bu durum söz konusu değil. Dolayısıyla tiyatro oynamanın daha zor olduğuna dair bir kanı mevcut.

Elbette dediğiniz doğru. Bir risk içeriyor. Profesyonellikte tam da bu noktada devreye giriyor. Bu yüzden eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorum çünkü bir tiyatro için en az 45 gün prova yapıyorsunuz. Bunu sabitlemek için belli bir zamanınız var. O zamanı kullanmak için de bolca şansınız var. Onu doğru kullandıktan sonra rastlantıya yer kalmaz. Zaten Stanislavski de bunu söylüyor. Oyuncunun rastlantıya yer bırakmayacak şekilde performansını sergilemesi gerektiğini söylüyor. Bu da her gösterimde her sahnede, provada yaptığını tekrarlayabilecek bir yeteneğe sahip olması gerektiğini belirtiyor. Yani sanatın içinde ‘’pişmek’’ gerekiyor. Elbette bir oyunu sergilerken kredi kartı borcunu, ailevi meseleleri veya memleket halini düşünebiliyoruz ama bu bir disiplindir. Stanislavski böyle anlatır, tiyatroya girdiğinizde hayatta yaşadığınız her şeyi bir gardıroba asın ve öyle girin. O dünyanın içinde olun çünkü seyirci sizden bunu bekliyor. Kısacası en az şans bırakacak kadar çalışmanız gerekiyor bu da profesyonellikle ilgili.  

Theater de Welt ve İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Tiyatro Festivali gibi çeşitli faaliyetlerde yer aldınız. Hem yurt içi hem de yurt dışında tiyatroyu görmek nasıl bir tecrübe kazandırdı? Bize tiyatronun ülkemizdeki ve diğer kültürlerdeki öneminden bahseder misiniz?

Çağdaşlarımın ve benimle birlikte bu mesleği icra edenlerin üretimlerini görmek çok heyecan verici. Aynı şekilde onlar içinde heyecanlı olduğunu düşünüyorum. Oyunculuk sanatının çok köklü bir geçmişi var. Antik Yunan’a kadar dayanıyor. 2000 yıldan daha uzun bir zaman dilimine sahip. İlk mağara resimlerinin de bir gösterim ve taklit üzerine yapıldığı düşünülürse tiyatro olduğunu söyleyebiliriz. Yeniden o avı nasıl yakalayacağına dair resmedilmiş bir oyun aslında. Tiyatronun o zamandan başlayan bir geleneği var. Bu etki her toplumda farklı bir şekilde yer etmiş. Toplumun yaşam şekli, kültürü, deneyimi örf ve adetleri fazlasıyla belirleyici olmuş. Özellikle Türkiye’de, Ortadoğu’ya daha yakın olduğumuz için, anlatı kültürü, gölge oyunları, orta oyunu ve meddahlık gibi sergilemeler daha yaygın. Ardından modern tiyatroya geçişimiz, Molière ve Shakespeare’in eserlerinin Türkçeye uyarlanarak sahnelenmesi, kadın oyuncuların varlığının kabul edilmesi ve tiyatronun böyle bir dönüşüm yaşaması büyük bir zaman diliminden geçerek günümüze ulaştı. Bazı kültürler bu ‘’modernliği’’ bizden 200-300 yıl önce kazandılar fakat arada çok ciddi farklar olduğu söylenemez. Bu mesleği yaparken bunu gözlemledim, çok büyük bir uçurum yok. Geç kalmış değiliz. 

Tiyatro, batılı toplumlarda edebi olarak daha farklı yönlere kaymış ve bu şekilde değerlendirilmiş. Tiyatronun da bir sanat olduğu daha erken kabul görmüş, bunun üzerine çok yoğunlaşılmış. Aynı zamanda tiyatro dinden çok da bağımsız değil. O toplumlarda kilise tiyatroyu çok etkin olarak kullanmış. Bu batılı anlamda modern tiyatroda bir devrim yaratmış. Tabi yaşadığımız coğrafyada bu çok sağlanamamış. İslam coğrafyasında, çizmenin veya yansılamanın ahlaki kodları çok kapalı olduğu için biraz anlatıya, gölge oyununa ve daha farklı tekniklerle anlatılmaya çalışılmış. Bu da Türkiye’deki oyunculuk biçiminin çok farklı olmasını sağlamış. Bir güzellik ve bana göre çeşitliliği de sağlıyor. Bu çeşit Ferhan Şensoy ile gün yüzüne çıkıyor. Bütün metinlerinde bu coğrafyanın tekniklerinden, yorumlarından ve yöntemlerinden faydalanmış. Mesela bu durum Avrupa’nın çok ilgisini çekiyor. Köklerine bağlı bir şekilde yaptığımız bu tiyatro Avrupa’da hala çok ilginç ve ‘’doğulu’’ görülüyor. Bizim onları merak ettiğimiz kadar onlar bizi daha çok merak ediyor. Farklı teknikleri nasıl harmanladığımızı veya bunu nasıl başardığımızı sorguluyorlar. Bana göre büyük bir başarı. Bu bağlamda yurt dışında çok festivalde bulundum. Tiyatro özelinde Türkiye’nin bütün dünya ile çok yakın temasta olduğunu düşünüyorum. Edebi olarak da değerinin çok arttığını görüyorum. Merak uyandıran, ilgi çeken ve bazen yanlış adımlarımız olsa da çok doğru adımlarımız olduğunu hissediyorum. Tabi bunlar deneye deneye öğrenilen şeyler. Tüm bunların dışında Türk tiyatrosu, Avrupa’da merak edilen bir tarz çünkü bu toplum hala batıdaki modernlikten, örf ve adetleri bakımından çok farklı bir konumda yer alıyor. Bunların üzerine kurulmuş bir temsiliyet diğer toplumların da dikkatini çekiyor. Bizde halk veya figür dansları çok nadir de olsa kullanılır. Bu da onların fazlasıyla dikkatini çeker. Bir batılı olarak doğudaki kültürü anlayabilmek için oryantalist bir bakış gerekiyor. Buna tanık olmak da beni çok gururlandırıyor. 

Batılı sanatçıların, doğudaki öz ve kültür üzerinden hikayelerini oluşturmaya çalıştıklarını sık sık görebiliyoruz. Siz de tam olarak bunu belirttiniz. 

Kesinlikle öyle. Bahsettiğimiz anlatı kültürü bu topluma, kültüre ve bu coğrafyaya ait. Edebiyatla veya sanatla uğraşan insanların çok ilgisini çekiyor bu kültür.  

Kosmos ve Leyla ile Mecnun gibi çeşitli dizi ve filmlerde rol adınız. Bu bağlamda kültürün korunması, gelişimi ve değişiminde sinemaya nasıl bir pay düşüyor?

Aslına bakılırsa çok büyük bir pay düşüyor. Sinema yedinci sanat olarak kabul ediliyor. Çabuk tüketilen bir şey de olsa kuşaklara aktarılabilecek bir sanat dalı. İlk sinema eserinden bugüne kadar üretilmiş olan her şeyi depolayabiliyoruz. Üzerinde değişiklikler yapıp tekrar tekrar izleyebiliyoruz. Bu büyük bir şans. O anlamda sinema kültürü sabitleyen, kültürün asırlar sonraki değişimini gözlemleyebileceğimiz bilimsel bir alan. Sinema ortaya çıktığından beri her toplumun, kuramcının, siyaset insanının ve farklı kesimlerin dikkatini çekti. Bu bağlamda hem bir propaganda aracı hem de politik bir nesne, aynı zamanda televizyona da çevrilebiliyor. Mesela Kosmos filmi bundan 12 yıl önce çekildi. En azından kendi tarihim ve kültürüm adına bana hala daha kişisel bir yol gösteriyor çünkü ben o anımı, günlerimi biliyorum. Bu sayede değişimimi kendim gözlemleyebiliyorum. Kosmos’da ele alınan konunun toplumsal boyutta nasıl bir hal aldığını görebilmek çok önemli bir fırsat. Sinemanın bu anlamda büyük bir faydası var.         

Yüksek lisans eğitiminizin ardından bir süre öğretim görevlisi olarak dersler verdiniz. Genç ve dinamik kesimle bir arada bulunmak çalışmalarınıza yansıdı mı? Eğitimci kimliğinizin sektöre yansıdığı oluyor mu?

Anadolu Üniversitesi’nde 6 yıl kadar öğretim görevlisi olarak çalıştım. Ardından Yeditepe ve Haliç Üniversiteleri’nde 5 yıl kadar çalıştım. Bu tabii ki oyuncuyu besleyen bir kanal. Oyuncu bir piyanist gibi çalışmalıdır. Oyuncunun enstrümanı bedeni ve ruhudur. Bunları daima geliştirip güçlendirmesi ve bir piyanist gibi hemen hemen her gün egzersiz yapmak zorundadır. Eğitmenlik bu anlamda beni fazlasıyla besleyen bir şey. Aynı egzersizleri seneler boyunca tekrar tekrar yapıyor olmak mesleğe olan bakışımı da biçimlendiriyor, mesleğin içindeki icra yeteneğini de geliştiriyor çünkü eğitim bitmiyor. Zaten bu mesleği yapan biri ‘’ben tamamen öğrendim’’ diyemiyor çünkü 80 yaşında da sahneye çıktığınızda sürekli yeni bir şey öğreniyorsunuz. Bu yüzden biten bir süreç ya da yol değil. Tabii ki temel eğitim veriliyor ama yeterli değil. Bunun sınanması, denenmesi ve devamlı güncellenmesi gerekiyor. Bu anlamda eğitmenlik benim için kıymetli bir yere sahip. Şu an zaman ayıramadığım için üniversitelerde çalışamıyorum. Kendi yarattığım zamanlar içerisinde atölye eğitimleri veriyorum. Aynı zamanda başka teknikleri öğrenmek için farklı atölyelere katılıyorum. Kendimi daima beslemeye çalışıyorum. Piyasada ise bunun karşılığını görebiliyorsunuz. Bazen ‘’oyuncu koçluğu’’ adı altında mesleği yapmak isteyenler için yol gösterici öğretmen olma gibi bir durum da var. Çok nadirde olsa oyuncu koçluğu da yapıyorum. Bunu yaparken sektörü kuran kişiler için de bir görünürlüğüm oluyor. Eğitmenlik bu açıdan hem mesleği yapmamı sağlayan bir güç hem de besleyici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Denedikçe öğreniyorsunuz. Bir şey yapmadan beklediğiniz zaman daha çok beklemiş olursunuz. Ayrıca bu meslekte ‘’yapamayacağım’’ korkusuna kapılmak çok olası bir durum. Eğitmenlik biraz daha bunun önüne geçiyor. 

Çukur, Behzat Ç. ve Payitaht Abdülhamid gibi geniş kitlelere ulaşan dizilerde rol aldınız. Bu yapımlar kariyerinizin ilerlemesini ve devamındaki projeleri nasıl etkiledi?

Bahsettiğiniz projeler televizyonda yayınlanan işlerdi. Televizyon çok geniş kapsamlı bir alan. Aynı zamanda ticari ve sanatla olan ilişkisi her an kopabilecek bağlarla örülü. O yüzden televizyonda yapılan işleri çok da sanat olarak görmüyorum. Televizyon dediğimiz şey bir kutu ve her alanı politik bir yapıya sahip. Orada iş üretirken birtakım politik mesajların ve reklamların nesnesi haline geliyorsunuz. Bu bağlamda benim için bir sanat değil. Sanatın daha farklı bir hali, zanaat ve ticaret alanı diyebiliriz. 

Orada kabul görüşüm ‘’Şubat’’ dizisiyle oldu. Çok önceden Onur Ünlü ’nün TRT için çekilen bir televizyon projesiydi. Bu projedeki köşeye sıkışmış kötü adam, tabii bu coğrafya için ‘’kara kuru esmer kötü adam’’ oynadım genelde. Bu skalanın dışında çok nadir farklı roller geldi ama genel olarak bahsettiğim karakteri daha çok canlandırdım. Bu biraz fiziksel bir şey, televizyon dediğimiz cihaz aynı zamanda bir resim ve aslında ürün satın alıyorsunuz. O ürün içerisinde eğer siz jön değilseniz veya geniş kitlelerin benimseyeceği başka bir algınız yoksa seyirci sizi seçiyor ve hep öyle olmanızı istiyor. Biraz karakter yükleniyor yani. Bu anlamda çok seçici olamıyorsunuz. Orada yapılan da bir ticaret ve ürünlerin satılması için yapılan dramalar da mevcut. İşveren de burada kesinlik istiyor ve risk almak istemiyor. Bu alan biraz da nasıl başlarsa öyle gidiyor. Genel olarak çok keyifli işlerde çalıştım ve geniş kitlelere ulaşan projelerde de yer aldım. Orada hoşuma giden şey, oynadıklarım biraz sıra dışı karakterler oluyor çünkü insan algısı ‘’iyiyi’’ çok net algılayabilir ama kötüyle karşılaşmak hep daha cazibelidir. Kötü daha beklenmedik ve sıra dışıdır, her an ne yapacağı çok kestirilemez. 

Ama bahsettiğiniz rolleri de oynamaktan sıkılmış gibisiniz anladığım kadarıyla. 

Sıkılmak demeyelim çünkü sıkılmaya vaktim olmuyor. Kendimi denemek ve bir yerden sonra farklı rollere bürünmek istedim. 16 yıldır televizyona iş yapıyorum ve bir yerden sonra farklı roller oynamayı ben de istiyorum. Gelen projelerde bazen ‘’ben bunu daha önce yaptım, bana bir şey katmaz’’ deyip reddedebiliyorum, ya da ‘’bu karakter ben değilim, daha iyi oyuncular var.’’ şeklinde de bir yanıt gönderebiliyorum. Seçici olmaya çalışıyorum diyebiliriz.      

Farklı rollerde geliyor ama genel olarak benzer tipler üzerinden size teklif gönderiyorlar. 

Risk almak istemiyorlar. Çok nadir başınıza geliyor. Mesela ‘’Çukur’’daki rolüm öyleydi. Çok riskli bir alandı, o yüzden severek oynadım. Aynı şekilde ‘’Şubat’’taki rolümü de büyük bir heyecanla canlandırdım. Tabii şimdi tekrar aynı rol geldiğinde diyorum ki ‘’Ben bunu yaptım.’’ deyip kibarca geri çevirdiğim karakterler oluyor.  

‘’Girl: With No Mouth’’ adlı fantastik sinema filminde rol aldınız. Sizce fantastik filmler izleyicinin hayal dünyasını ve filme karşı yaklaşımını nasıl etkilemekte?

Kurgunun fantastik hali, bu ister edebiyat ister resim isterse farklı bir alan olsun, benim hep ilgimi çekmiştir. Çocukken okuduğum ‘’Denizler Altında 20 Bin Fersah’’ ile başladı bu ilgi. Denizin altında öyle bir dünya olabileceği çok fantastikti benim için. Fantastik kurgular şu an yaşadığımız dünyadan bizi bir an koparıp aldığı, sınırları çok daha geniş ve biraz da fütürist olduğu için bazı kodlar verdiğini düşünüyorum. Bu ve benzer şeyler bir alıcı olarak benim hep ilgimi çekti. Kahramanlarım hep Superman gibi insanlardı. Süper güçleri olan, gerçek dünyada karşılaşamayacağımız karakterler benim hep ilgi alanımdı ve bu alanlar oyun yerim oldu. Bu alanları mümkün olduğunca korumaya çalışıyorum. Bahsettiğiniz sinema filmi de öyleydi. Başka bir evrende ve gelecekte geçiyordu. O dünyanın içinde olmak, böyle bir hayal kurmak ve seyirciye bunun bir olasılık oluğunu gösterebilmek, bu kurgu içinde yer almak benim çok hoşuma gidiyordu. Böyle işler geldiğinde de çok heyecanlanıyorum.     

Sanatla, özellikle de sinemayla ilgilenen ve bu alanda yerini almak isteyen genç yetenekler var. Edinmiş olduğunuz geniş bir tecrübeden yola çıkarak onlara verebileceğiniz tavsiyeler var mı?

Açıkçası ben de çok tavsiye dinledim gençken. Tavsiye dinlemek çok sıkıcı bir şey. 46 yaşımdan bakarak şöyle söyleyebilirim, ne yapıyorsan devam et. Bence kurgunun gerekliliğinden asla vazgeçmesinler. Kastetmek istediğim şey şu resim, müzik, sinema, ve edebiyatta bir kurgu. Haliyle bu kurgu durumu çok yaratcı. Ondan başka sarılabileceğimiz, muhtaç olduğumuz çok az şey var. Kurgunun gücünden vazgeçmesinler ve onlar için itici bir güç olsun. O zaman bu mesleği yaparken daha cesur olacaklarına eminim. Benim yaşadıklarımdan öğrendiğim şey bu. 

Bir Ahmet Hamdi Tanpınar kitabını her elime alıp onun kurgu dünyasına daldığımda kendimi çok huzurlu ve mutlu hissediyorum. Tekrar tekrar okuduğum kurgu dünyasında bile yeni şeylerle karşılaşıyorum. Kurgu hali hiç eksilmiyor ve mesleği yapmak isteyenler için önemli bir anahtar. Kurgudan vazgeçmesinler. Sektörde öyle umutsuzluklara kapılıyoruz ki çünkü çok kıran kırana geçen bir mücadele alanı var. Bu kadar insanın içinden sıyrılıp ‘’ben de bu mesleği yapmak istiyorum’’ diyebilmek için kurgunun gücünden vazgeçmemiş olmak gerekiyor. Sonuna kadar inanmak ve devam etmek gerekiyor. Konservatuvar eğitimlerini mutlaka tamamlasınlar ve o eğitimde kullandığımız bazı doğaçlamaları da bırakmasınlar. Aklınızın mutlaka bir köşesinde olması gerekiyor. Bu mesleğin içinde bizi diri tutan bazı egzersizler var ve bunları artık çoğu fark ediyordur. Genel olarak bunları tavsiye edebilirim. 

Bültenimize Katılın

Bu yazıyı beğendiniz mi? Aylık bültenimize bayılacaksınız.

Sanat Duvarı

Sanat Duvarı

Yorumlar

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir