Sürekli bir şeyler için erken. Sürekli bir şeyler için geç. Sürekli bir şeyler için yanlış zaman. Her şeyin kendine ait bir doğru zamanı mı var? Peki ne zaman, bu asla tutturamadığımız doğru zaman?
Haber: Zeynep Canik
“Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir an.” –Jean Paul Sartre

İçinde bulunduğumuz bu yaşamı; Sartre’ın saat üç’ü değerlendirdiği gibi değerlendiriyoruz farkında olmadan. Hep bir şeyleri zamana konumlandırma çabası var üzerimizde. Sadece saat veya gün olarak da düşünmeyin bu dediğimi. Aylarımızı, yıllarımızı, hatta ömrümüzü yaşıyoruz bu şekilde. Sürekli bir şeyler için erken. Sürekli bir şeyler için geç. Sürekli bir şeyler için yanlış zaman. Her şeyin kendine ait doğru bir zamanı mı var? Peki ne zaman, asla tutturamadığımız bu doğru zaman?
Asla tutturamadığımız, dememden de fark ettiğiniz üzere; size bir zaman dilimi söyleyerek, yanlış zamanlardan kurtaramayacağım, üzgünüm. Ama iyi yanından bakacak olursanız, bu sorunun o kadar da mühim olmadığına dair, kafanızı karıştırmayı deneyeceğim. Belki bu kafa karışıklığı sizi bir cevaba götürmeyecek, ancak cevaba duyduğunuz ihtiyacı azaltacak. En azından başarmayı umduğum bu.
Hayıflanırken çok sık kullandığımız bir kalıp var, “Çok geç kaldım.” Mesela nasıl çok geç kalmış olursunuz, örnekler üzerinden somutlaştırarak ilerleyelim: Altmış yaşına geldiyseniz ve üniversite okumaya karar verdiyseniz, üzgünüm, geç kaldınız. Ya da belki zamanında iş seçiminizi yanlış yaptınız. Artık o işte, iyi bir mevkide çalışan, ama mutsuz bir insansınız. Çok geç! Kaderinizi kabullenin ve halinize şükrederek, belanızı aramaktan vazgeçin! Belki de elli yaşındaki bir aşıksınızdır? Aman canım siz de. O yaşta aşık olunur muymuş hiç?
Eminim ki bu klişelerin hepsi az çok tanıdık gelmiştir size. Elbette bazı şeyleri yapmanın daha uygun zamanları oluyor. Çocukken öğrendiklerinizi daha hızlı kavrayabiliyorsunuz mesela, ya da belli bir yaştan sonra hamile kalmanız zorlaşabiliyor. Böyle alt yapısı sağlam, gerçekçi söylemler var. Ancak bir anlamı olmaksızın dayatılmış, bir o kadar da, önyargı var. Bir o kadar demek doğru olmaz hatta, çok çok daha fazlası var.
Bazı yaş gruplarında daha çok denk geldiğimiz veya daha kolay şekilde başardığımız eylemleri, yalnızca o yaşlara atfediyoruz. Bunun mantığına inanarak sadece kendimize zarar vermiyoruz üstelik, aynı görüşte olmayanların da yoluna taş koyuyoruz, heyecanlarını baltalıyoruz. Dostoyevski’nin “Bir katilden daha cani insanlar gördüm. Umudumuzu öldürenleri gördüm.” Cümlesindeki umut katilleri; somut bir baltaya ihtiyacımız olmayan bu cinayetlerin, Raskolnikovları olmuyoruz da ne oluyoruz? Baltalarımızı, insanların umudunun üzerine indiriyoruz. Kimimiz öldürene dek vurmaya devam ediyor, kimimiz ise o tek vuruşla yetiniyor, işin gerisini kan kaybına bırakıyoruz. “Ben yapmam gerekeni yaptım.” Bile diyoruz sonra utanmadan.

Ünlü Rus yazar, Tolstoy’un bisiklet sürmeyi 67 yaşında öğrenmiş olmasıysa, bu konuda çok güzel bir kavramın doğmasına vesile oluyor: “Tolstoy’un Bisikleti” Bisiklet sürmeyi öğrenmek için “uygun” bir yaş seçsek, bu 67 olmazdı sanırım. Ne zaman olurdu? Hemen ‘o an’ nasıl mesela?
Doğru veya uygun zaman, Tolstoy’un da dediği gibi “içinde bulunduğumuz an”dır bence. Saatiniz öğlen üçü gösteriyor belki, ama gün henüz bitmedi; Geçmiş ve gelecekte daima pişmanlıklar olacak ancak; bu pişmanlıkların gidonu yalnızca, şimdi’lerde elimizde. Bisikletiniz yoluna devam ederken, geçtiğiniz yolları arkada bırakın, geçeceğiniz manzarayı hala seçebilirsiniz.
“En uygun zaman içinde bulunduğumuz zamandır. Çünkü ancak o zaman kendi kendimize hakimizdir.”