Genç yaşta başladığı müzisyenlik kariyerinde Arka Sokaklar, Acemi Cadı ve Aura gibi büyük yapımların müziklerini besteledi. Netflix Amerika için beste yapan İlk Türk Besteci Sevgili Murat Evgin ile deneyimleri ve kariyeri üzerine konuştuk. Değerli cevapları ve hoş sohbeti için kendisine teşekkür ederiz…röportaj: Dilara Yiğit Uzun bir süredir bu sektörde mesleğinizi icra ediyorsunuz. Bize mesleğinizle olan …
Genç yaşta başladığı müzisyenlik kariyerinde Arka Sokaklar, Acemi Cadı ve Aura gibi büyük yapımların müziklerini besteledi. Netflix Amerika için beste yapan İlk Türk Besteci Sevgili Murat Evgin ile deneyimleri ve kariyeri üzerine konuştuk. Değerli cevapları ve hoş sohbeti için kendisine teşekkür ederiz…
röportaj: Dilara Yiğit
Uzun bir süredir bu sektörde mesleğinizi icra ediyorsunuz. Bize mesleğinizle olan ilişkinizden ve sizin için taşıdığı anlamdan bahsedebilir misiniz?
İnsanın bir meslek seçmesi en zor kararlardan biridir; çünkü en sevdiğimiz şey bile bir meslek haline gelince sıkıcı, yıpratıcı ve bunaltıcı olabiliyor. Bu müzik bile olsa zor gelebiliyor. Ben müzisyenlerle büyüdüm. Eve çok fazla sanatçı gelirdi. Anne ve babamın arkadaş çevresi genelde müzisyenlerdi. Biraz da etkileyici bir meslek. Sahneye çıkmak, o alkışı almak, insanlar üzerinde güzel bir his bırakmak… Bunlar da çocukluk döneminde çok etkiliyor.
Küçükken çocuklara sorduğunuz zaman futbolcu olmak, şarkıcı olmak, sahneye çıkmak isterler. 5 – 6 yaşlarımdayken çöpçü olmak isterdim; çünkü çok erken saatlerde kalkıp dışardaki çöpçüleri izlerdim. Bir de erkek çocuklarda kamyonete, arabaya karşı hep bir ilgi vardır. Sonra astronot olmak istemiştim. Onu da sadece kıyafet giyip, uzaya çıkmak olduğunu sanıyordum. Tabi sonra, ayaklarım yere basınca, müzisyen olmaya karar verdim. 12 – 13 yaşlarımdayken müzisyen olma yolunda adımlar atmaya başladım. Hem bir şeyler üretmek hem de ürettiklerimi seslendirmek istedim. Müziği bu şekilde seçtim.
Müziğin içinde olmak lazım diye düşünüyorum. Mesela hiçbir zaman enstrümantal müzik yapacağımı düşünmezdim. Hep şarkıcı olacağımı ve onları seslendireceğimi sanırdım. Tabi biraz idealist bir müzisyen olunca işler de zorlaşıyor. Bir altın bileziğim olsun diye sinema okudum. Bu iki alanı birleştirip dizi ve film müziklerine yöneldim. Yola çıkarken hiç düşünmediğiniz şeyleri bile denemek gerekiyor. Şarkıcılığı da hep sürdürmeye çalışıyorum. İyi ki mesleğimde böyle bir açılım yapmışım.

Marmara Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde lisans eğitiminizi tamamladınız. Sinema üzerine eğitim almış olmanıza rağmen kariyerinizi müzik yönünde ilerlettiniz. Tercihiniz neden bu yönde oldu? Sinema çıkışlı bir müzisyen olmak size ne gibi fayda sağladı?
Sinemayı okudum; fakat hiçbir zaman yapacağımı düşünmedim. Tabii ki her bilgi insana bir şeyler katıyor. Şimdiki aklım olsa o yaşlarda her şeyi denerdim; Sadece gitar değil piyano, ud, keman gibi farklı enstrümanları da öğrenmeye çalışırdım. O yıllarda insanın çok fazla boş vakti oluyor. Sonra işin içine aile, çocuk girince vaktiniz azalıyor. Hayat gayesi, kendini geçindirme çabası derken gelişim biraz yavaşlıyor.
Sinema için o dönemlerde çok teorik bir eğitim vardı. Kameralara, montaj setlerine, lenslere ve diğer araçlara ulaşım bu kadar kolay değildi. Dolayısıyla tadına vararak değil de teoriye dayanan bir sinema eğitimi almış oldum. Daha sonra New York Üniversitesi’nin 4 aylık bir eğitimine katıldım. Orada da tam tersi bir durum söz konusuydu. İlk günden kameraları elimize verdiler. Böylece iki eğitimin birbirinden ne kadar farklı olduğunu görmüş oldum. Pratiğin tadını alınca sinemayı daha çok seviyorsunuz. Teorik olan herhangi bir şeye uzun süre odaklanamıyorsunuz.
Daha sonra dizi ve film müziklerini bestelemeye başladığımda “İyi ki sinema okumuşum” dedim. Yönetmeni, sahneyi, seyirciyi anlamak ve yönetmenle bir bağ kurmak için sinema bilmek büyük bir avantaj sağlıyor. Bu bilgiler aynı zamanda video kliplerimin yönetmenliğini yürütürken de ciddi bir kolaylık sağlıyor. Onun için öğrenilen hiçbir şey boşa gitmiyor.

Bir yandan yeni enstrümanları öğrenmeye çalıştığınızı da belirttiniz. Sanırım hala daha bir şeyler öğrenme isteğiyle dolusunuz.
Evet evet, geçtiğimiz günlerde Haldun Dormen’i ziyaret ettim. Haldun Bey, 95 yaşında ve hala eğitim vermeye devam ediyor. Ziyarete gittiğimde müthiş bir enerjiyle orada oturuyor, geç saatlere kadar orada kalıyor ve öğrencilerini izliyordu. ‘’Haldun Ağabey, nasıl yapıyorsun bunu?’’ dediğimde, ‘”Evladım, ben bu tempoyu devam ettiremezsem ölürüm” dedi. Ben de son birkaç yıldır İspanyolca öğrenmeye çalışıyorum. İspanya ve Latin Amerika’da şarkılarımızı çok sevdikleri için şarkılarımı İspanyolca’ya çevirmeyi de düşünüyorum. Yani hiç durmamak, ilerlemek ve gelişmek lazım; ama dediğim gibi keşke bunları 20’li yaşlarda halletseydim, şimdi kullanıyor olurdum. Bir yaştan sonra hem öğrenmek hem de vakit ayırmak zorlaşıyor.
Daha önce vermiş olduğunuz bir röportajda babanız Erol Evgin’e ait olan şu sözleri dile getirdiniz: “Başta bizi ayıran müzikti, birleştiren de müzik oldu”. Sanatçı bir aileye doğmak size ne gibi faydalar sağladı?
Baba mesleğini icra etmeye karar verince zaten birçok şeyi farkında olmadan öğrenerek işe başlıyorsunuz. Bu kısımda şarkıya gireceksin, detone olmayacaksın… Bunlar tabi ki sonradan da öğrenilebilecek şeyler; ama görerek büyüdüğünde işin çok kolaylaşıyor. Doktorun çocuğunun, tıpla ilgili altyapıya sahip olması gibi bir durum. Bunun faydasını gördüm; ama müzik piyasasına girdiğimde çok fazla sorunla karşılaştım. Gül Sunal “Babana yapamadıklarını sana yaparlar” demişti ve bu gerçekten doğru. Yaptığım şarkılar, kliplerim, bestelerim senelerce radyolarda çalınmadı, yayınlanmadı. Biraz da bunun için dizi ve film müzikleri yapmaya başladım ve kendime öyle bir yol buldum. Arka Sokaklar, Acemi Cadı gibi yapımlara dizi müzikleri bestelemeye başlayınca yayınlatamadığım; “Dün Bugün Yarın”, “Şehit”, “Özledim”, “Beni Ellere Verdin” gibi çoğu eserim de televizyon kanallarında yayınladı ve bu dizilerle beraber büyük kitlelere ulaştı. O yıllarda mesleğimin en genç bestecilerindendim; çünkü çoğu kişi dizi müzikleriyle ilgilenmiyordu. Dolayısıyla bu iş şimdiki kadar popüler değildi.

Yani bu durumun hem olumlu hem de olumsuz etkileri oldu; ama sonuç olarak istediğiniz noktaya ulaştınız diyebilir miyiz?
İnsan hiçbir zaman istediği noktaya varamıyor, özellikle de sanatçıysa. Tüm bunlara rağmen hiç tahmin etmediğim bir şey oldu. Latin Amerika ve İspanya’da da tanınmaya başladım. Orada haber bültenlerine ve ulusal gazetelere çıktım. Türk dizileri dünyada izlenmeye başlayınca bizim de kaderimiz değişti.
Kültürümüzün, müziğimizin o ülkelerde var olması ve beğeni toplaması bizim için de çok kıymetli bir gelişme.
Ve tabi dilimizi de öğreniyorlar, dizi ve müziklerimiz sayesinde. Kurslara gidiyorlar, ülkemize geliyorlar, aktörlerimizi ve sanatçılarımızı tanıyorlar… Bu sayede o ülkelerde güzel etkiler bırakabiliyoruz. Birçok kıtada şu an Türkiye’ye karşı bir hayranlık var.
Arka Sokaklar, Acemi Cadı ve Aura gibi pek çok dizi, film ve TV programı için müzikler ürettiniz. Bu denli büyük yapımlarda yer almak mesleki gelişiminize ne yönde katkı sağladı?
İlk dizi müziğim 2004’te Kanal D’de yayınlanan, Arzum Onan’ın oynadığı “Sahra” için bir beste yapmıştım. İlk büyük projemdi. O zamana kadar tabii ki müzik yapıyordum; ama dizi müziği hiç yapmamıştım. Dolayısıyla hem yeni hem de heyecanlıydım. Sonrasında aldığım bütün yapımlar “Sahra” sayesinde oldu. “Arka Sokaklar” ve “Acemi Cadı” da aynı sene başladı. Birçok dizi çorap söküğü gibi geldi. Yayınlatamadığım, duyuramadığım birçok şarkım da bu projelerin ardından müzikseverlerle buluştu. Yani bu işler bana çok kapı açtı diyebilirim.
Bu gelişmelerden sonra “Arka Sokaklar”, Bulgaristan’da yayınlanmaya başladı, ardından Sofya’da bir konser verdik. “Yaralı Kuşlar”, “Canım Annem” in müzikleri Latin Amerikalı çocukların diline dolandı ve ezbere söylemeye başladılar. Çok güzel geri dönüşler aldık.
Netflix Amerika’da yayınlanan “Myths & Monsters” dizisinin müziklerini bestelediniz ve böylece Netflix’in Amerika ayağı için dizi müziği yapan ilk Türk besteci oldunuz. Bu gelişme kariyerinizi ne yönde etkiledi?
Türkiye dışında bir şeyler yapma isteğim hep vardı; fakat bu işin Netflix kadar büyük bir platform olacağını hiç düşünmemiştim. Zaman zaman yurt dışında bazı festivallere katılıyordum. Böylece oradaki yapımcılarla tanışıyordum. Daha sonra Fransa’da MIP fuarına katıldım. Bütün Türk oyuncular, yapımcılar ve dünyanın her yerinden sektörde var olan pek çok kişi bu fuarda bulunuyordu. Fuar biraz daha ilginç bir şekilde ilerliyor. Herkes birbirinden yeni işler için randevu alıyor, projelerini anlatıyor… Benim bir randevum yoktu, her şey çok hızlı bir şekilde gelişti. Kader mi? Tesadüf mü? Orada tanıştığım yapımcılardan biri sayesinde oldu.
Ardından Türkiye’den bir besteci olduğumu söyledim ve prodüktör de; “Eşim tasavvuf müziği dinlemeyi çok sever hatta 90’larda Londra’da Ahmet Özhan konseri verdik” dedi. Bu duruma çok şaşırdı ve bana Epik müzik yapıp, yapmayacağımı sordu. Ben de tam olarak üretmediği mi; ancak besteleyebileceğimi söyledim. “Filinta” adlı TRT dizisinin müziğini yapmıştım, bu eser Osmanlı tarzı epik bir müzikti. Daha sonra bir CD aracılığıyla müziklerimi ilettim. Ardından 60 saniyelik bir demo hazırlamamı istediler ve bu kabul edildi. Netflix o zaman Türkiye’de çok çok yeni bir platformdu. Bestelediğim müzik 2017’nin sonunda yayına girdi.
“Myths & Monsters” mitoloji ve canavarları konu edinen 6 bölümlük bir dizi – belgeseldi. Bu projeden sonra BBC ile bir çalışmam oldu. Birleşik Krallığı ve Kraliyet Ailesi’ni konu edinen “The Stuarts” adlı 4 bölümlük bir dizi – belgeseldi. Türkiye’den ve yurt dışından yapımcılarla çalışınca iki durumu da tecrübe ettim. Orada imzaladığınız sözleşme, maddeler, içeriğin mantalitesi ve pek çok şey daha farklı. İkisi de benim için güzel projelerdi. İlerde de benzer projelerde yer almak isterim. Ayrıca birçok besteci arkadaşım o ülkelere taşınıyor ve oralarda yaşıyorlar. Açıkçası bu daha doğru bir hareket; çünkü kontaklarınız orada, dolayısıyla fiilen sizin de orada bulunmanız daha çok iş yapmanızı ve çeşitli projelerde yer almanızı sağlıyor. Ülkemde yaşamayı, burada bulunmayı sevdiğim için kendimi yeni bir ülkede veya gurbette düşünemiyorum. Burada doğdum, büyüdüm. Sevdiklerim, dostlarım burada ve Türkçe müzik yapıyorum. Onun için burada kalarak yurt dışına bazı projeler için müzik yapabilirsem kendimi daha şanslı hissederim. Her zaman böyle bir garanti olmuyor; ama umarım devamı gelir.

Yani bir anda gerçekleşen bu tesadüfi durum size yeni kapılar açtı ve devamını da getiriyor.
Esasında bu iki projeden sonra devamı gelmedi. Dediğim gibi bunun için orada yaşamak ve projelerde yer almak gerekiyor. Gittiğim her festivalde yeni insanlarla tanışıyorum; ama herkes ülkesine döndükten sonra ilişkiler aksamaya uğruyor. Hala yabancı prodüksiyonlara, filmlere ve dizilere müzik yapabilmek için iletişimimi sıcak tutuyorum. Bu piyasada herkesin kendi yapımcısı, senaristi ve bestecisi var, dolayısıyla oraya girmek de kolay olmuyor. Bir boşluk olduğunda, besteci ile olumsuz bir durum yaşandığı veya beklenmedik bir durum oluştuğu takdirde o işte yer alınabiliyor. Türkiye’de de işler genelde bu şekilde ilerler. İnsanlar sevdiği, güvendiği ve tanıdığı kişilerle çalışmak isterler.
Anladığım kadarıyla sektör, kendi içerisinde küçük çaplı bir şirketleşme veya gruplaşma barındırıyor.
Evet, insanlar güvendiği kişilerle iletişim içinde olmayı tercih ediyor. Örneğin Netflix projesinde yapımcının, hayatında ilk defa gördüğü ve hiç tanımadığı bir besteciye bütün işi teslim etmesi aslında büyük bir şans. Ardından onlarla bir proje daha gerçekleştirdim. Ancak dediğim gibi pek çok kişi tanıdığı, güvendiği insanlarla iş birliği yapıyor. Hollywood’da da benzer durumlar söz konusu. Aynı senarist, yapımcı ve besteci 20 – 30 sene boyunca beraber çalışıyor. İkinci bir kişiye gitmek onlara göre büyük bir risk.
Teknolojinin günümüzde ulaştığı son nokta ile birlikte artık enstrümansız, orkestrasız bir şekilde müzik üretilebilmekte. Bu gelişmeleri müziğin devamlılığı açısından ne şekilde ele alıyorsunuz? Kaydedilen bu ilerlemelerin müzik için sağladığı faydalar var mı?
Belli bir oranda enstrümanlara gerek kalmadan müzik yapılabiliyor. Rap, hip-hop, batı tarzı klasik müzik veya dizi – film müzikleri bestelenebiliyor. Fakat etnik sazlar, bağlama, cümbüş, ney, alaturka, keman ve klarnet gibi enstrümanların taklit edilmesi çok zor. Bu kısımda fiili bir faktör çok önemli. Enstrüman erbabı aracılığıyla bestelemek çok daha faydalı oluyor. Genellikle bateri, davul, hip – hop ritimleri, bass gitar gibi enstrümanların sesleri bilgisayarda gerçeğine çok yakın bir şekilde üretilebiliyor; ama bunun yine programlanması ve ince ayarlarının yapılması gerekiyor. Eğer bütçe yeterliyse bir müzisyeni çağırıp, çaldırıp daha kısa sürede işi bitirebiliyorlar. Düşük bütçeli bir ise birçok şeyi bilgisayar ortamında üretmeye çalışıyorsun.
İlk dizi müziğimi bestelediğim dönemlerde bu işler hep bilgisayarda yapılırdı. O zaman yapımcılarla bunun kavgasını yapıp, olabildiğince her şeyin canlı olmasını istemiş ve bütçe ayarlanması gerektiğini aksi takdirde tınıların kulağa hoş gelmeyeceği konusunda mücadele vermiştim. Bu kaliteyi de arttırır. Diğer taraftan bilgisayarın şöyle bir katkısı oldu: Eskiden besteciler bir eseri bestelerken eser; “Klarnete mi yoksa kemana mı daha çok yakışır?” diye düşünürdü. Fakat şu an bir demo mahiyetinde anında bilgisayarda üretip duyabiliyorsunuz ve buna göre müzisyeni çağırıyorsunuz. Bazı sesleri duyurmak konusunda ciddi bir faydası var.
Bir yandan maliyet konusunda artılar sağlasa da gerçek ses ve tınıların yerini hiçbir zaman tutmuyor, değil mi?
Evet, özellikle bizim coğrafyada hiç tutmuyor. Alaturka enstrümanlarda çok fazla değişken var. Bazı sesleri hiçbir şekilde üretemiyorsunuz, asla yerini tutmuyor.
Besteciliğinizin yanı sıra söz yazarlığı da yapmaktasınız. Yeni bir şarkı için söz yazarken nelere dikkat ediyorsunuz? Bu konuda yaratıcı olmayı nasıl başarıyorsunuz?
İyi sözler yazabilmek için çok fazla okumak lazım, aynı şekilde iyi beste yapabilmek için de farklı müzik türlerinden sürekli dinlemek gerekir. Bana sorarsanız, söz yazarlığından önce beste yapmak geliyor. Daha iyi müzik, ses ve melodi bulabiliyorum. Genelde önce müziği yapıp, sonrasında sözleri yazıyorum. Söz yazarken çoğunlukla nakaratlardan başlıyorum ve müziği bestelerken nakarat için aklınıza mutlaka sözler geliyor. Müziği tamamladıktan sonra sözlere yoğunlaşıyorum. Fakat hiç oturup şiir, söz ya da bir şeyler yazmak için uğraşmamışımdır. Daha çok müzik tabanlı bir müzisyenim. Unutulmaz; “İşte Öyle Bir Şey”, “Sevdan Olmasa” gibi şarkıların bestesini önce Mehmet Kibar yapar ve Çiğdem Talu da sözlerini yazarmış. Yine de her ikisini yapanlar da var. Bazı ekiplerde de bu durumun tam tersi bir şekilde ilerleniyor.
Kendinizi söz yazarlığına çok da yakın hissetmiyorsunuz galiba.
100’den fazla şarkının söz yazarlığını yapmışımdır; ama dediğim gibi kendimi biraz daha müzik tarafında hissediyorum.
Daha önce katılmış olduğunuz bir programda çok müzik dinlenildiği takdirde beste yapılabileceğine dair bir vurgu yaptınız. Bu söyleminiz doğrultusunda ilerlersek üretkenliğinizin temelinde ne var? Hangi durumlar sizi daha üretken bir hale getirir?
Özellikle gençlik yıllarımda çok fazla yazardım. O dönemlerde yaşanan duygusal dalgalanmalar sizi daha üretken yapar. Tabii belli bir yaştan sonra yaşadığınız şeyler de azalıyor ve orada imdadıma dizi – filmler yetişiyor. Mesela dizi için bir aşk şarkısı yazmam gerekiyor, o noktada hikayenin içine dalıyorum, senaryoyu okuyup, bölümleri izliyorum ve ona göre bir şeyler karalıyorum. Açıkçası dizi ve filmler bana çok şarkılar yazdırmıştır. “İlk Tek Son Aşkımsın” o yıllarda ortaya çıkmıştı. Şimdi de dizilere yazıyorum.
Az önce bazı dizilerin bölümlerini izleyip esinlendiğinizi belirttiniz. Sanırım bu noktada sinemacı olmanızın da bir faydası var; çünkü izleyici olarak oradan esinlenip yeni bir şeyler üretmek…
Oluyor tabi. Bizim dönemlerimizde çocuk keman alır, sonra gitara başlar, basketbol kursuna gider onu bırakır futbola başlar… Sonrasında ailesinden “Maymun iştahlı” gibi eleştiriler alır. Aslında o insan yapabileceği şeyi arıyor, doğrusu da bu. Aile de istiyor ki hemen bir alana yoğunlaşsın ve oradan devam etsin. Mesela oyuncuysanız, aktörseniz ne kadar çok şey biliyorsanız öne çıkarsınız. Dil bilmek, dans etmek, enstrüman çalmak gibi farklı özellikler kariyerinizi de etkiliyor. Bu asla maymun iştahlılık değil. Ne kadar çok şey yapabiliyorsanız yapın, ilerde mutlaka kullanacaksınız. Entelektüel olmanın bir tanımı da birden fazla meslek alanında uzman olmak ve paralellik kurabilmek.
Mesela babam mimariyi anlatırken; “Barok mimarisi ile barok müziği aynı kıvrımlara sahiptir” derdi. “Mimari donmuş müziktir ve müzik akan mimari…” – Goethe. Bir müzik tarzıyla mimari stili, aslında aynı şeylerden etkilenerek oluşuyor. Biri gözümüze diğeri kulağımıza hitap ediyor.

Sektörün önde gelen sayılı bestecilerinden birisiniz. Şimdiye kadar edindiğiniz bilgi ve tecrübeler doğrultusunda, sizinle aynı yolu paylaşmak isteyen gençlere verebileceğiniz tavsiyeler nelerdir?
Öncelikle vazgeçmemek, konu ne olursa olsun vazgeçmemek. Arka Sokaklar, Myths & Monsters, Yıldız Kenter ve Metin Akpınar için bestelediğim belgesel müzikleri de çok beğeni aldı; ama bunların yanında kabul edilmeyen pek çok bestem de oldu. Eğer bu gelişmelerde mesleği bıraksaydım devamında bunlar olmazdı. Nasıl çiçekler, her mevsim beğeni kaygısı duymadan açıyorsa sanatçının görevi de herhangi bir kaygı taşımadan bir şeyler üretmek.
Bazen ürettiklerim kabul görmüyor, reddediyorlar. Hatta çok ünlü bir sanatçıysanız kariyerinizin inişleri ve çıkışları oluyor. Başta hiç kimsenin sizi dinlemediği zamanlar, bazen de baş tacı ettiği dönemler oluyor. Bir devamlılık içerisinde kendi inandığınızı yapmaya devam etmek bence çok önemli. Yani müzisyenler, sanatçılar aslında çok duygusal insanlar ve vazgeçmemeliler. Kariyerinizde birkaç kişi size inandığında uzun yıllar o kişilerle çalışıyorsunuz, kariyerinizi inşa ediyorsunuz.
Arka Sokaklar 17 yıl sürdü ve bu sayede geçimimi sağladım. Onun dışında diziler başladı, bitti derken bu arada Arka Sokaklar devam etti ve kariyerimi ileriye taşımamı sağladı. Bunun için mücadele etmek gerekiyor.
Zaman zaman olumsuzluklar yaşansa da hiçbir zaman yılmadınız ve böylece 17 yıllık bir serüvene de imza attınız.
O bir şans oldu benim için. Yapımcımız Türker İnanoğlu, dizi başlarken Şevket Çoruh’a “Bir dizi yapacağım 500 bölüm sürecek” demiş. Sanırım bu biraz da düşünce ve niyetle alakalı. Kafasında o dizinin formülünü bulmuş ve Türk halkı bunu izler demiş. Çiçek Taksi, Akasya Durağı, Gırgıriye, Cennet Mahallesi gibi önemli işler yapmış birisi. Burada biraz halkı tanımak ve inandığın bir niyetle yola çıkmak çok önemli.
Bakıldığında hepsi de uzun süren yapımlar olmuş. Zannediyorum burada sosyolojik bir birikim de mevcut.
Kesinlikle halkı çok iyi tanıyor. Bir de Cennet Mahallesi aslında Gırgıriye’nin devamı niteliğindedir. Orada da şöyle enteresan bir hikaye var: Müjdat Gezen elinde dosya ile Türker Bey’in yanına geliyor; “Abi yeni senaryom, Romeo ve Juliet hikayesi” diyor, ancak Türker Bey, ilgilenmiyor. Türker İnanoğlu, genelde Türk halkının izleyeceği şeyler çekmiştir. Sonra Müjdat Gezen, hikayenin Sulukule’de geçtiğini söyleyince Türker Bey, hemen dosyayı alıyor ve Gırgıriye böyle doğuyor.
Üniversite yıllarınızdan bu yana profesyonel bir şekilde mesleğinizi sürdürmektesiniz. Geriye dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz? Oluşturduğunuz bu hikayeden memnun musunuz?
Tabi memnunum. Sinema okumuş olmaktan da ayrıca memnunum. O yıllarda çok büyük hayalleri oluyor insanın ve hemen gerçekleşsin istiyor. Fakat her şeyin yıllara yayılarak ilerlemesi daha doğru daha sağlam oluyor. Basamakları adım adım çıkmak, sindirerek bir yerlere gelmek daha iyi.. Tabi bizim meslekte insanın ruh ve akıl sağlığını koruması da çok önemli. Şöhretin böyle baş döndürücü bir tarafı da var.
Geriye dönüp baktığımda birçok şey için “İyi ki” diyorum. Lise ve üniversite arkadaşlarımla hala görüşürüm. Oradan kalan güzel dostluklarım var. Kendi neslinizle beraber büyüyorsunuz. Sıra arkadaşlarınız, bir süre sonra iş arkadaşlarınız oluyor. Bu yüzden o dönemlerde edinilen arkadaşlıklar da çok değerli. Aynı durumu babamda da fark ettim. Babam derdi ki: “Bak ben müziğe başladığımda bu arkadaşım da muhabirlik yapıyordu, şimdi gazetenin genel müdürü oldu.” İnanın böyle oluyor. Onun için yolculuğunuzda kurduğunuz dostluklara, arkadaşlıklara sahip çıkmak gerekiyor.