yazı: Melisa Güller Çok beğenilen bir restoranda, dünyanın en iyi yemeklerini yemek; çoğu insanın geri çevirmeyeceği bir fırsat. Geçtiğimiz yıl çıkan the Menu’de de bu anlatılıyor ilk bakışta. Tabii menüde sürprizler olması da işin tadı tuzu. Korku/gerilim türünde “Menü” adlı bir film izlemeye niyetlendiğinizde filmde olacakları tahmin edebiliyorsunuz gibi geliyor en başta ancak bu film, tahmin …
yazı: Melisa Güller
Çok beğenilen bir restoranda, dünyanın en iyi yemeklerini yemek; çoğu insanın geri çevirmeyeceği bir fırsat. Geçtiğimiz yıl çıkan the Menu’de de bu anlatılıyor ilk bakışta. Tabii menüde sürprizler olması da işin tadı tuzu.

Korku/gerilim türünde “Menü” adlı bir film izlemeye niyetlendiğinizde filmde olacakları tahmin edebiliyorsunuz gibi geliyor en başta ancak bu film, tahmin ettiğiniz gibi bir film değil; en azından benim tahmin ettiğim gibi olmadı. Tahmin edildiği gibi olmaması da filmin ben de dahil olmak üzere izleyenler tarafından daha çok beğenilmesin sebep oldu.
Eleştirmenler tarafından tam puan almış, çok özel ve oldukça pahalı bir restoranda yemeğe giden bir grup insanın başına gelenleri anlatıyor the Menu. Tabii bu insanlar, öyle ‘sıradan’ insanlar değil; biri hariç. Aralarında film yıldızı, şirket sahipleri, milyonerler ve dünyaca ünlü gurmelerin bulunduğu konuklar arasında bir çift, ödediği yüklü miktar para karşılığında restoranda yemek yeme fırsatını yakalıyor; yemekle arası iyi olduğu belli olan erkek ve ona eşlik eden bir kadın.

Margot, yemekle haşır neşir olan bu beyefendinin yanında gitmeyi kabul ediyor. Tüm müşteriler arasında restoranın itibarından en az haberdar olan kişi kendisi. Herkes yemek aşkından ya da itibarından bahsedip, muhteşem sofradan kendi payına düşeni alırken, Margot’nun pek de doyduğu söylenemez.
Bu filmi kapitalizm eleştirisi olarak görmek yanlış olmaz. Kapitalist bir dünyada sömürülmüş binlerce insan ve meslek grubundan birini yansıtıyor ana karakterlerden biri olan şef; evet kendisi adını duyurmuş, zenginliğe ulaşmış ancak o da diğer birçok insan gibi bu yolda kendini heba etmek zorunda kalmış çünkü kapitalizm, mutluluğun para ile geleceğini vadederken bu yolda insanların devamlı olarak fiziksel ve mental sıhhatlerinden ödün vermesini ister. Şef de büyük umutlarla başladığı bu kariyerinde proletarya geri kalanı gibi birçok şeyden, en çok da kendinden ödün vermiş bulunuyor.

Bu noktada şefin kazandığı ünü kendi kendine elde ettiği ve proletaryaya ait olduğunu belirtmek önemli diye düşünüyorum çünkü filmdeki karakterlerin çoğu doğuştan zengin ve maddi açıdan üst sınıf olarak konumlandırılıyor.
Filmin sonunda insanın aklında “Zenginleri yiyin” lafının belirmesi kaçınılmaz gibi geliyor.