röportaj: Dilara Yiğit İlk konserini 6 yaşında İstanbul Radyosu’nda veren ve henüz 12 yaşında ‘’Harika Çocuk Kanunu’’ ile Paris Konservatuarı’na gönderilen Sevgili Gülsin Onay ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajda kendisinin tecrübeleri ve sanatı üzerine konuştuk. Değerli cevapları ve hoş sohbeti için teşekkürlerimizi sunarız.‘’Duyarlı bir kesinliğe ve zekice bir parıltıya, en hassas şeyleri bile maharetli parmaklarına neredeyse …
röportaj: Dilara Yiğit
İlk konserini 6 yaşında İstanbul Radyosu’nda veren ve henüz 12 yaşında ‘’Harika Çocuk Kanunu’’ ile Paris Konservatuarı’na gönderilen Sevgili Gülsin Onay ile gerçekleştirdiğimiz bu röportajda kendisinin tecrübeleri ve sanatı üzerine konuştuk. Değerli cevapları ve hoş sohbeti için teşekkürlerimizi sunarız.
‘’Duyarlı bir kesinliğe ve zekice bir parıltıya, en hassas şeyleri bile maharetli parmaklarına neredeyse gülümsercesine emanet etme yeteneğine sahip ve tutkulu bir sanatçı. Hayal gücü yüksek, mükemmel bir piyanist.’’ Peter Cossé tarafından söylenen bu sözler ile Almanya’nın en köklü gazetelerinden biri olan Tageblatt’tan da müziğinize yönelik benzer övgüler aldınız. Bu değerlendirmeler bağlamında müziğinizi nasıl tarif ediyorsunuz? Sanatınızı belli bir tanıma sığdırabiliyor musunuz?
Bu övgüler benim için gerçekten çok değerli. Aslına bakarsanız bu söz her şeyi o kadar güzel bir şekilde yansıtıyor ki belki de bunun üzerine başka bir şey söylenmez gibi geliyor. Şöyle söyleyeyim bir sanatçı tabi ki çok farklı dönemlerden geçiyor. İlk çocukluk, gençlik, olgunluk… Böyle bir ilerleme oluyor ve bu aslında sonsuz bir yolculuk. O yolculukta bazen insanı yüreklendiren güzel övgüler çok faydalı oluyor ama her şeyden önce, insan o yolculuğun kendisi için yaşıyor. Yani bir yere varmak için çıkılmış bir yolculuk değil. Aynı zamanda her duraktan farklı zenginlikler katarak ömür boyu süren müthiş bir adanmışlık da var. Müzisyenler olarak hayatımızı gerçekten sanata adıyoruz ve bu işi severek yapıyoruz. Bazen büyük bir çaba içinde uğraşlar ve emek veriyoruz. Saatler süren denemelerimiz oluyor, geriye dönmek ve tekrar tekrar düzenlemek için. Bundan hiçbir zaman bıkmıyorum, sağlığım yettiğince ömür boyu sürdürmek istiyorum.

Ahmet Adnan Saygun’un dünya çapındaki en güçlü yorumcusu olarak kabul ediliyorsunuz. Aynı zamanda küçük yaşlardan itibaren Maria Teresa Rodriguez’den ve Saygun’dan dersler aldınız. Başta Ahmet Adnan Saygun olmak üzere çocukluğunuzdan beri farklı isimlerden eğitim almanız bakışınızı ne yönde etkiledi?
Bu konuda o kadar şanslıyım ki… İlk derslerimi annemden aldım. Annem çok iyi bir piyanistti, aynı zamanda Cemal Reşit Rey’in öğrencisiydi. Stuttgart Konservatuarı’ndan mezun olmuş. Babam da kemancı ve orada tanışmışlar. Birlikte oda müziği yapmış ve evlendikten sonra Türkiye’ye yerleşmişler. Böyle bir aileden yetişmiş olmak çok büyük bir şans benim için. Daha sonra Ferda Ün, Mithat Fenmen ve Adnan Saygun’dan dersler aldım. Ardından Paris Konservatuarı’na gönderildim. Pierre Sancan, Monique Haas ve Nadia Boulanger’den eğitim aldım. Özellikle Nadia Boulanger; Astor Piazzola, Daniel Barenboim, Leonard Bernstein, Aaron Copland, Elliot Carter, Lennox Berkeley, Marc Blitzstein, Philip Glass, Quincy Jones, Virgil Thomson, Walter Piston, İdil Biret, Ulvi Cemal Erkin gibi pek çok değerli sanatçıyı yetiştirmiş bir bestecidir. Sevgili Nadia Boulanger, hayran olduğum büyük bir müzisyendir. Ben son öğrencilerindenim, sanıyorum 90’lı yaşlarındaydı ve hala dersler veriyordu. Kendisi besteci olmamı çok istemişti. Onun hatırını kırmamak için ona besteler götürürdüm. Fakat amacım hiçbir zaman besteci olmak değildi. Her zaman bir piyanist olarak olağanüstü repertuvarın büyük bir kısmını çalabilmek tek ve en büyük amacımdı. Kendi çapımda yaptığım pek çok bestem vardı. Özellikle de Nadia Boulanger için yazdığım besteler mevcut. Onun dışında Bernhard Ebert ve çok farklı piyano ekolleri var. Bunlardan birisi de Mithat Fenmen’in bana ulaştırdığı Cortot ekolüdür, muhteşem bir piyano tarzıdır. Daha sonra Pierre Sancan bir Rus ekolünden geliyor, kendisi Yves Nat’ın öğrencisi. Yani farklı ekollerden hocalarla çalışarak muazzam bir zenginlik kazandım aslına bakarsanız. Ardından onların sentezini yaparak kendi ekolümü oluşturdum. Bu konuda hem ailemin çok bilinçli bir şekilde ilerleyip beni yönlendirmesi hem de devamında aldığım eğitimler kendi piyano stilimi oluşturmama büyük bir katkı sağladı diyebilirim.


Haydn ve Mozart’ın solo piyano eserleri ve konçertolarından Çağdaş Döneme uzanan 20’yi aşkın albümünüz bulunmakta. 2007 yılında ise Çaykovski’nin ve Rachmaninov’un piyano konçertolarını yeniden yorumladığınız kayıtlar piyasaya sürüldü. Bırakmış olduğunuz eserlerin genç kuşaklarda nasıl bir etki yaratmasını isterdiniz? Genç kuşaklardan sanatsal anlamda beklentileriniz nedir?
‘’Gençlere nasıl bir etki bırakmasını isterdiniz…’’ demeyelim çünkü onlar nasıl etkilenecekleri konusunda özgürler. Onlardan aldığım güzel geri dönüşler beni çok mutlu ediyor. Genç nesilden beklentim çok büyük çünkü inanılmaz yetenekler var ve bende onlarla gurur duyuyorum. Elimden geldiğince onları desteklemeye çalışıyorum. Ülkemizden önemli isimler çıkacak, buna inanıyorum. Şimdiden başladılar zaten… Bu yönde ilerlemek ve kendini geliştirmek için bana gelen herkese kapım açık. Tecrübelerimi aktarmaktan da o kadar büyük mutluluk duyuyorum. Bu aslında kendime edindiğim bir misyon. Birikimlerimi aktararak bu yolda onlarla devam etmeye çalışıyorum.

Özellikle geçtiğimiz günlerde genç bir piyaniste de eğitim vermeye başladınız tüm bu süreci yakından takip etmeye çalıştık, bu anlamda genç yeteneklere de büyük bir destek sunuyorsunuz…
Evet evet. Biliyorsunuz bu yıl Gümüşlük Festivali’nde yirminci sene. Aynı zamanda bir yaz okulu şeklinde de sürdürüyoruz Sevgili Eren Levendoğlu ile birlikte. Oraya Dünya çapında piyanistler, kemancılar ve farklı müzisyenler geliyor. Hem konser veriyorlar hem de gençlerle buluşuyorlar. Ben de mutlaka her sene 2 veya 3 dönem şeklinde kurslar veriyorum. Böylece neredeyse 500’e yakın öğrenciye de ders vermiş oldum. En azından bu kadar çok öğrenciyle bir araya gelmek ve onlara minik dokunuşlarda bulunmak, ilham verebilmek eşsiz bir deneyim. Kendi tecrübelerimden de biliyorum ve bunu görebiliyorum.


Az öncede bahsettiğiniz gibi hocanızın, besteci olmanızı istediğini ancak bir piyanist olarak kariyerinizi sürdürdüğünüzü belirttiniz. Peki kendi öğrencilerinizi de bu şekilde yönlendirdiğiniz oluyor mu? Onların yeteneklerini analiz ederek belli bir alana yoğunlaşmasını sağlıyor musunuz?
Tabii ki oluyor. Her öğrencinin eğilimi farklı yönde ilerliyor. Bazılarının oda müziği piyanisti olarak kendilerini daha iyi gösterebileceklerini belirtirken bazılarının tamamen solist olarak ilerlemesinin daha iyi olabileceğini düşünüyorum. Kimi öğrencilerimin eğitimci yönü ağır basarken kimi öğrencilerimin de besteci veya orkestra şefi olması gerektiğine inanıyorum. Ancak hiçbir zaman bir tarafa yönlendirmek doğru değil ama düşüncelerimi onlara bir öneri olarak mutlaka sunuyorum.

The Queen Elizabeth Hall, La Salle Gaevau, Miller Theatre gibi müzik merkezlerinde konserler verdiniz. Vladimir Aşkenazi, Erich Bergel ve Lothar Zagrosek başta olmak üzere dünyaca ünlü pek çok şef ile aynı sahneyi paylaştınız. Kariyerinizdeki benzer gelişmelerin motivasyonunuza sağladığı fayda ne oldu? Bu gelişmelerin üretkenliğinizdeki etkisi nedir?
Çok büyük bir etkisi var. Bir şeyler çalmaktan, müziği birlikte paylaşmaktan zevk aldığınız zaman ortaya inanılmaz farklı bir enerji çıkıyor. Büyüleyici bir ortam oluşuyor. Sadece orkestra ve şef ile beraber oluşturulan yaratının tadı ve mutluluğu ölçülemez. En son bir ay önce vermiş olduğum Adnan Saygun konçertosunun konserinde, belki kaç yüz kere çaldım sayamam ama bu konserde yeniden bambaşka bir mucize ortaya çıktı. Bunlar hep devam ediyor ve iyi ki var. Müziğin en güzel taraflarından birisi de her zaman yeniden yaratılabilen bir olay olması. Yani bunlar aslında beni tamamen motive eden durumlardı.

Uluslararası alanda Chopin icracısı olarak kabul ediliyorsunuz. Chopin kayıtlarınızdan dolayı 2007 yılında Polonya Hükümeti tarafından Polonya Devlet Nişanı’na layık görüldünüz. Dünyaca ünlü bir piyanist olarak 5 kıtada ve 80’i aşkın ülkede bulundunuz. Farklı kültürlerle bir arada bulunmak sanatsal perspektifinizi nasıl geliştirdi?
Aslında Chopin, 6 yaşımdayken İstanbul Radyosu’nda verdiğim konserde çaldığım ‘’Vals’’ eseri ile kalbime girdi. O günden beri de hiç çıkmadı… Kendimi onunla ruh ikiziymiş gibi hissediyorum. Eserlerindeki her ayrıntıyı anlayabiliyorum. Zaten pek çok piyanistin baş tacıdır. Amatörden profesyoneline kadar Chopin’in ruhuna dokunmadığı piyanist yoktur diyebilirim. Özellikle Chopin’in sadece piyano eserleri bestelemiş olması ve bu yüzden ona ‘’Piyanonun Şairi’’ denilmesi de çok farklı bir değer taşımaktadır. Ben de onun eserlerini tüm Dünya’da seslendirdiğim için Polonya Hükümeti tarafından bir Devlet Nişanı takdim edildi. Tabi ki böyle bir ödül benim için zaten mevcut olan bu sıkı bağı sanki resmileştirmiş gibiydi.

Chopin’in pek çok piyaniste dokunduğunu söylediniz. İdil Biret’in de Chopin ile ilgili pek çok kaydı vardı. Bu bağlamda diğer sanatçıların yorumlamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Zaten yorumcuların hiçbiri birbirine benzemez. Güzel olanda budur. Herkesin farklı bir şekilde onu hissetmesi, algılama şekli vardır. Kendi yorumlarımı kıyaslamak yerine onlardan aldığım bazı etkileri de keyifle dinlerim. Yani Chopin kayıtları bu yönüyle müziğe sanatsal bir zenginlik katıyor.

Müzikle olan ilişkiniz dışında 2003 yılında UNICEF’in Türkiye İyi Niyet Elçisi seçildiniz. Zaman zaman yardım konserleri vermekte ve pek çok kuruluşu da desteklemektesiniz. Bu durumlar doğrultusunda sanatın birleştiriciliğine dair görüşleri nasıl yorumluyorsunuz? Sanat iyileştirici ve evrensel midir?
Sanatın iyileştirici ve birleştirici bir yönü olduğunu her zaman belirtmeye çalıştım. Benim de iyi ki böyle bir imkânım var. Yapabildiğim en önemli şey insanlara bunu sunabilmek ve onların yaralarına bir ölçüde merhem olabilmek. Verdiğim yardım konserleriyle onlara dokunabilmek ve bir nebze de olsa iyi gelmek sanata da değer katıyor. Senede birkaç tane olsa da yardım konseri yetiştirmeye çalışıyorum. Bunları da her zaman yapmaya devam edeceğim. Zaten pek çok farklı ülkede bulunuyor olmam ve o ülkelerden olumlu ve hoş dönüşler almam da sanatın evrensel bir yönü olduğunun bariz bir göstergesi. Sadece müzikle değil aynı zamanda resim, tiyatro, edebiyat ve daha farklı sanat dallarıyla ortak bir nokta bulabiliyoruz aslında.

Müzisyenliğinizin yanı sıra piyano eğitmenliği de yapmaktasınız. Bu zamana kadar 500’e yakın öğrenci yetiştirdiniz. Genç müzisyenlere olan desteklerinizi de sürdürmektesiniz. Öğrencilerinizi yetiştirirken dikkat ettiğiniz hususlar nelerdir? Onların müzikle olan ilişkilerini şekillendirirken mükemmelliğe erişmelerinde nelere dikkat ediyorsunuz?
Şöyle söyleyeyim, belli bir yere bağlı olarak sürekli öğretmenlik yapmıyorum. Fırsat buldukça konservatuarlarda, müzik okullarında, organize ettiğimiz Gümüşlük Festivali’nde zaman zaman hocalık yapıyorum. Dünya çapında gerçekleşen bazı organizasyonlarda, örneğin Almatı’da, Kazakistan’da, Manchester’da ardından Brüksel Konservatuarı’nda, Mannheim’de organize edilen festivallerde 3 veya 5 gün arasında, vaktim olduğu sürece hocalık yapıyorum. Dolayısıyla konu aslında bir öğrenciyi baştan alıp sonuna kadar götürmek değil. Sadece o süre içerisinde belli bir seviyeye gelmiş olan öğrencilerle çalışıyorum. Ancak bazen küçük yaştaki öğrencilerle de çalışmalar yapıyorum çünkü bu yolda adım atarken onlara katkıda bulunacağım noktalar olabiliyor. Kendilerinin yorum konularını ele alarak farklı bakış açılarıyla yaklaşmaları belki onlara fayda sağlayabilir.

Genel olarak piyanistlerde farklı hocalardan eğitim alma durumu söz konusu çünkü benzer durum sizde de mevcut.
Her hoca bize yeni bir şey katıyor ve bu sayede ortaya sanatsal bir zenginlik çıkıyor. Bu da hem üretkenliğimizi hem de sanatla olan ilişkimizi, daha da önemlisi müziğe olan bağlılığımızı ve devamlılığımızı olumlu yönde etkiliyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne kadar Türkiye’deki klasik müzik evriminin büyük bir kısmına şahitlik ettiniz. ‘’Harika Çocuk’’ yasasından yararlanarak 12 yaşında Fransa’ya gönderildiğiniz günden, bugüne kadar olan süreçte ne gibi değişimler yaşadık?
Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne kadar klasik müzik iyi bir esas üzerine kurulmuş durumda. Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün çıkarmış olduğu ‘’Harika Çocuk Kanunu’’ dahil olmak üzere sağlam temeller atılmış durumda. Orkestralar, konservatuarlar, operalar kurmuşlar. Böylesine önemli bir temel üzerine inşa edilmiş olduğu için devamındaki süreçte de gerçekten çok güzel yeşermiş. Bu anlamda meyvelerimizi de toplamaya başlıyoruz şu an. Bence harikulade bir şekilde gelişmeye devam ediyor. Ama bunun artık büyükşehirlerden her yere ulaşması gerekiyor. Yani yaygınlaşması için büyük adımlar atmak gerekiyor.

Özellikle pandemi döneminde verdiğiniz çevrimiçi konserler sosyal medyada büyük bir ilgi gördü. 6 Aralık Dünya Piyanistler Günü’nde verdiğiniz konserin 153 öğrenciniz tarafından paylaşılmasının da özel bir yeri var. Dijital platformların hayatımıza girmesiyle beraber daha erişilebilir bir dünyaya evirildik. Bu gelişmeler çerçevesinde teknolojinin müzik ile olan ilişkisi nasıl bir önem taşıyor?
Pandemi döneminde o kadar değişik şeyler yaşadım ki… Karantina başladığı sırada benimde bir turnem vardı. O dönemde vereceğim 15 konser iptal oldu. Daha sonra ne yapabileceğimi düşündüm ve sosyal medya üzerinden konser vermek de karar kıldım. Benden en çok istenen Chopin çalmamdı. O akşam Polonya’da konser verecekken bir anda sosyal medya üzerinden Chopin çalmaya başladım ve bu konser pek çok insana ulaştı. Ardından her mecra için belli bir saat belirledim ve yarımşar saat çalmaya başladım. Chopin dışında Beethoven, Mozart, Saygun da çaldım. İlk gün bir milyona yakın izlendi, daha sonra her Pazar bu şekilde konser vermeye başladım. Tabi evimin akustiği olmadığı için eşimle bunu biraz daha geliştirmeye çalıştık. İki kamera daha kurup profesyonel kayıtlar yapmaya başladık. Hayatında hiç konsere gitmemiş insanlar bu şekilde Mozart’la, Beethoven’le tanıştılar. Böylece çok farklı yerlere de ulaşmış olduk. Pazar konserlerinden beni tanıyıp konserlere gelen ve bana teşekkür eden dinleyicilerim oldu, çok özel geri dönüşler aldım. İnanılmaz bir deneyimdi. Yine de salonların ve canlı konserlerin yerini hiçbir şey tutmaz.

O günlerde toplumsal anlamda çok yıpranmış ve yorulmuştuk. Her Pazar verdiğiniz konserlerle hem pandeminin getirdiği kasvetli ortamdan uzaklaştık hem de sayenizde kulaklarımızın pası silindi.
Çok hoş oldu, böylece o 153 öğrenci birbirini tanımış oldular. Birer dakika olsa da onlar için harika bir etki yarattı ve çok sevindiler. Sanıyorum hepimiz için unutulmazlar arasında, değerli bir anı olarak kalacak. Bununla beraber dijital platformların bizim için ne kadar önemli olduğunu gördük. Zaten o süreçte de ister istemez fazlasıyla haşır neşir olduk.
Henüz üç buçuk yaşında piyanoya değen parmaklarınız hala daha o tuşlarda gezinmekte. Bakışlarınızı geçmişe çevirdiğinizde neleri hatırlıyorsunuz? Geride bıraktığınız hikâyeden memnun musunuz?
Bu soruyu yanıtlamak için o kadar düşündüm ki, sanırım bir kitap dolusu cevap olabilir… Geriye baktığımda pek çok hikayem var: Piyano kapağının düşmesinden tutun da pedalın kırılmasına kadar ya da tam sahneye çıkacakken demir perdenin düşmesi gibi değişik anılarım oldu. Farklı ülkelerde geçirdiğim olaylar var: Kenya’da safariye gitmiştim, Moğolistan’da Ulanbator Orkestrası ile çalmıştım ve orada dinleyiciler çadırlardan çıkıp konser salonuna gelmişlerdi. Yani bir masal gibiydi her şey. Bazen düşünüyorum o kadar değişik şeyler yaşadım ki… Bir kitabımda da dediğim gibi ‘’Şimdiye kadar yapmış olduklarımı düşünecek olsam 500 yaşında olmam lazım şimdiden sonra yapmak istediklerimi düşünecek olsam 1000 yaşına kadar yaşamam gerekir…’’ Güzellikler var, terslikler de mevcut. Bir taraftan bunlar müziğimi de etkiliyor çünkü müzik zaten hayatın kendisi…