Join the Club

Get the best of Editoria delivered to your inbox weekly

Raşit Çelikezer: Sanatçı, coğrafyanın getirdiği bütün sorumluluğu ve yükü taşır.

''Can'' isimli filmiyle Sundance Ödülü kazanan yönetmen, yazar ve yapımcı Raşit Çelikezer bizleri ofisinde ağırladı. Kendisiyle sinema ve sanat üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Nazik tavrı, misafirperverliği ve keyifli sohbetimiz için kendisine teşekkürlerimizi iletiyoruz. röportaj: Dilara YiğitHemen hemen hepimiz bir şeyleri anlatma isteğiyle doluyuz. Bazılarımız bunu yazarak bazılarımız da çizerek anlatıyor. Hatta kimimiz daha farklı …

”Can” isimli filmiyle Sundance Ödülü kazanan yönetmen, yazar ve yapımcı Raşit Çelikezer bizleri ofisinde ağırladı. Kendisiyle sinema ve sanat üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Nazik tavrı, misafirperverliği ve keyifli sohbetimiz için kendisine teşekkürlerimizi iletiyoruz.

röportaj: Dilara Yiğit

Hemen hemen hepimiz bir şeyleri anlatma isteğiyle doluyuz. Bazılarımız bunu yazarak bazılarımız da çizerek anlatıyor. Hatta kimimiz daha farklı yolları kullanıyor. Bir şeyleri anlatmak için çeşitli seçenekleriniz varken tercihiniz neden sinema oldu?

Çünkü sinema komplike bir sanat, içinde tüm sanat dallarını barındırıyor. Kolay ulaşabilecek bir sanat. Etkileşimi, sirkülasyonu daha hızlı ve etkin bir sanat dalı. Hoş, bunu elbette bende sanat hayatımda adımlarken fark edip bu dala yöneldim. Aslen tiyatro ile başladım. 8-10 yaşlarında tanışmıştım tiyatroyla. Sahne tozuna, o büyülü tılsıma inananlardanım hala. Ne de olsa resimden sonra doğmuş en büyük sanatlardan biri. Binlerce yıldır var. Bitti bitiyor denilip küllerinden doğan bir sanat. Zaman zaman ona dönüş yapıyorum. Ancak 13-14 yaşlarında sinema girdi dünyama ve ‘evet asıl yapmak istediğim bu’ dedim kendi kendime. Güzel Sanatlar Sinema eğitimi aldıktan sonra da ikisini beraber yürütmeye başladım. Sinemanın büyüsüne kapıldım diyebilirim pekala. Festivaller, salonlar, sokaklar deyince; etkileşimi, başarıysa başarı, güzellikse güzellik, sonuçsa sonuç, iyisiyle kötüsüyle her türlü etkileşimi ile karşılaştım bu sanatın. Ve asla bitmeyecek bir uğraş. Ölene kadar sürdürebileceğin bir şey.

Hem televizyon dizisi gibi uzun soluklu işleriniz hem de sinema gibi kısa süreli yapımlarınız oldu. Hangi alanda kendinizi daha iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz?

Açıkçası benim için fark etmiyor. TV yada sinema.. Mürekkep kağıt üzerine düştüğünde ilgili projenin hangi alanda, hangi mecrada daha iyi ve efektif bir sonuç aldığına inanıyorsam o yoldan gittim hep. Bazen düşündüğün hikayeye sinema diye yola çıkıyorsun bir bakıyorsun TV’ye daha uygun. Yada tam tersi oluyor. Tabi bütçelerin de bu gidişte önemli payı oluyor. Sinema pahalı bir sanat, paranın başındakilerin bekleme tahammülü olmayabiliyor. Mesela bağımsız iki projemin de yapımcılığını ben yaptım. TV’de kazandığımı yatırdım. Çünkü gerektiği kadar yatırımcı bulamamıştım. Ama derseniz ki; hangisini yapmak istiyorsunuz. Elbette sinema derim. Çünkü sanatsal olarak orada aldığın yol, onda aldığın doyum TV’den çok farklı ve çok daha doygun. Ama ne yaparsanız bir de hayat gailesi, geçim diye bir şey var. TV de yapmak zorundayım. Yada popüler,  ana akım dediğimiz alanda da işler, projeler yapmak zorundayım. Nitekim yapıyorum da.

Dijital platformların hayatımıza girmesiyle beraber izlemek istediğimiz pek çok içeriğe rahatça erişebiliyoruz. Peki bu platformlar sinema sektörünü nasıl etkiledi? Dijital mecralar bir filme prestij anlamında neler katıyor?

Hem olumlu hem de olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Öncelikle ‘dijital’ prodüksiyonları biraz daha rahatlattı. Eskiden negatif ile çektiğimiz filmleri -ki bu çok pahalı bir bölümdü- artık dijital çekiyoruz. Haliyle ucuz. Laboratuvar yok, kimya yok. Platformlar kurulup online sunuma geçilince de; iletişim kısmı çok daha kolay oldu yani daha kolay ulaşır olduk argümanlara ve yeni olanaklara. Toplumsal olaylar ve kişisel özgürlükler açısından haber alma tarafımız ve dünyaya karşı sorumlu hissettiğimiz alanları açması dijitalin iyi tarafı diyebiliriz. Bir yandan da korkunç bir kirlilik söz konusu. İnsanlar çok rahat online kanal açabiliyor. Sanat dışı diyebileceğimiz ürünler de artmadı değil yani. Belki de böyle filmler de yapılmalı, sonuçta bunlar da birer üretim aşaması ve tercih edilebilir şeyler. Bizim açımızdan, yani sinemacılar açısından  şöyle bir şey oldu; özellikle pandemi sonrası sinema ve tiyatro salonları daha az tercih edilir oldu. Bizim gibi ekonomisi zor ilerleyen ülkelerde salonları zor duruma soktu diyebiliriz. Bir yandan da dijital platformların kurulmasıyla daha alternatif ve yüksek bütçeli yapımlar oraya çıktı. Çünkü yurtiçi ve yurtdışı bir çok yeni yatırımcılar türedi. Hepsi için olmasa da pek özel yapımlar göremiyorum açıkçası. Sorunun özüne dönersek; Artık neredeyse salonlara girilmeden platformlara filmler, ürünler çekiliyor. Bu başka bir dünyaya doğru evrllmenin arifesi. Bütünüyle sinema prestijinden kaybetmiyor diye düşünüyorum. Çünkü gene hikayeler ‘ifadeler’ konuşuluyor, performanslar, sanatsal yorumlar konuşuluyor.  Vahşi kapitalizme sinema direnç gösteriyor diyebiliriz günün sonunda.

Türk Sinemasının en büyük sorunu kimilerine göre ‘’senaryo’’ iken kimilerine göre de ‘’yerellik’’. Sizce sorun sadece bunlardan mı ibaret, yoksa perde arkasında göremediğimiz bir buz dağı mı var?

Totalinde bence bir ‘ifade’ sorunu var. Eğer bir sorun arıyorsak. Ama bunu yalnızca sinema ile sınırlandırmamak gerekiyor bence. Bir Türk resim sanatı, Bir Türk Tiyatro sanatı, heykel, fotoğraf, edebiyat gibi tüm alanlarda genel bir sorun var. Dünya ölçeğinde baktığımızda her hangi bir sanatımızdan pek söz edilmiyor. Ölçüleri, kıstasları, anlatım biçimleri, dünya sinema sanatına etkisiyle ilgili herhangi bir ‘tanımlama’ya rastlamıyoruz pek. ‘Türk Yemekleri’ gibi anılmıyor yani.  Bireysel çıkışlar, başarılar elbette var ama genel olarak ‘Türk Sanatı’ ‘Türk Bakışı’ diye bir şey yok. Bizim bununla alakalı bir yapılanma evresi geçirmemiz gerekiyor. Bu bazen sanatçıların birbirinden etkileşimiyle olur, benzer anlayışlar sürer gider. Bazen de bir devlet destekli ürünlerle olur. Cumhuriyetimiz çok eski değil. Biz toplumsal yapıda yüzyıl önce bir evrim değiştirdik. Yeni bir anlayış, biçim değiştirdik. Ama hala bunu tam olarak başardığımız, içselleştirdiğimiz düşünülemez. Hele son yirmi yılda asla. İleri değil geriye hareket bu. Bu çok açık. Dolayısıyla salvolar, manevralar yapıp duruyoruz. Öncelikle Türk toplum yapısı ve zenginliklerini hatırlatacak; Yeni çağdaş bakışlar kazanabilecek hamleler yapmalıyız. Eğitim sistemimizden tutun da, şehirleşmeye, sanayiden tutun da bilime, hemen her şeye, ortak, anlamlı, bizi anlatan, tanımlayan ‘bakış’ kazandırmamız gerekiyor. En başta devletçi anlayışın buna imkan ve olanaklar sunması gerekiyor. Neticede sinema bir yönetmen sanatıdır. Onun donanımı bir çok şeyi belirler, bütünler. Başta kendinde, sonra insanda, yaşadığı toplumda ne görürse onu anlatacaktır.

Birçok festivalde seyirciyle buluşan ve ödüller alan önemli bir isimsiniz. Bu bağlamda kültürün, tarihin ve dilin korunmasında sanata, özellikle de sinemaya nasıl bir pay düşüyor?

Sanırım yukarıdaki sorunun içeriğinde buna biraz cevap verdim. Yerini iyi ve doğru bilmek, tanımlamak, etkili biçimde sunum yapmak için kılı kırık yarmalı sanatçı. Bu da insana, kültürel doku ve zenginliklere, doğaya, dile düşkünlükle başlıyor elbette. Biz alabildiğince zengin bir coğrafyada, kozmopolit bir ülkeyiz. Bunun ayırdına varmak gerekiyor önce. Din, dil, ırk ayrımı yapmanın alemi yok. Buralıyız biz. Öncelikle bunun ayırdına varalım bakın o zaman sunumlar ürünler nasıl yenileniyor, zenginleşiyor. Asıl katkı bundan sonra başlıyor. Başlayacak.

Bir film üzerinde çalışmaya başlamak için belli başlı kıstaslara uyması gerekir. Sizce film çekimine ne zaman başlanılmalıdır? Film hangi ölçütlere uyarsa çekime hazırdır?

Kağıt üzerine ‘mesel’inizi yazdığınız anda başlar her şey. Yaratıcı yönetmenin eşliğinde yol alınmaya başlanır. Öncelikle mesele uygun iyi bir hikaye, senaryo yazılmalıdır. Ondan sonra yapım, reji, görüntü ve sanat gurubuyla gerçekleştirilecek uzun masa başı toplantılarıyla proje şekillenir. Yönetmen işte ‘şimdi her şey çekmeye uygundur’ deyince de ‘yapım-çekim takvimi’ oluşturulup harekete geçilir.

Modern sinema ile birlikte ‘’gişe filmi’’ ve ‘’sanat filmi’’ gibi keskin bir ayrım sektörde yer edinmeye başladı. Bu kavramlar arasında ne gibi farklar var? Böyle bir ayrımın oluşmasındaki temel sebep nedir?

En nihayetinde yaptığımız bir ‘ticari ürün’ günün sonunda. Bunu ticari hayata sunar dönüşümünü beklersin. Para kazanırsın ki yenilerini yapabilesin. İnsanlar ürünler arası isteği türde filmleri aranır ve bulur. Tüm ürünlerin sanatsal doygunlukla çekilmesini bekleyemezsiniz. Envayi çeşit ürün yaratılacaktır. Yaratılmalıdır. İster ticari ister sanat filmi. Kolay tüketilecek, kolay anlaşılacak, belli matematiklerin kurulu olduğu ürünler ‘ticari- ana akım’ filmleridir. Onun dinamikleri sanatsal ürünlere göre çok farklı. ‘Eğlenmek’ üzere oturan bir seyirci profiline sunum yapıyorsunuzdur. Hangi türde bir ürünse bu, onun dinamiğine matematiğine uymak zorundasınızdır. Sürprizi az, bekleneni karşılayan ürünler bunlar. Yarın yada sonraki gün unutulacak cinsten. Ama bunun da iyisini yaparsanız gelecek kuşaklarca da izlenir olursunuz elbette. Sanatsal filmlerin ise bir meseli vardır. Olmalıdır. Düşündüren, izleyiciyi içine katmaya zorlayan, albenisi daha yüksek bir içerikte olmalıdır. Aydın bir seyirci seçtiği ürünleri bu iki ayrıma göre seçip istediğini alacaktır. Yani her ikisi de olmalıdır. Bunun adı ayrım değil, neden-sonuç, bir ‘tercih’ sonucudur. Ortada sebep yok, ürünler arası ayrışma var.

Yönetmenliğin yanı sıra senaristlik de yapmaktasınız. Senaristlerin her zaman her yerde pek çok konuya kulak şahitliği yaptığı bir şehir efsanesi olarak bilinmektedir. Sizce bu efsane doğru mu? Senarist hikayesini halktan mı alır, yoksa halka rağmen mi yazar?

Sizin ışığınıza düşen her şey hikayedir. Onun nasıl içinizde tutacağınız size bağlı. Bazen yaşadığınız küçücük bir an kocaman bir filme dönüşür. Bazen aylar, yıllarca uğraşırsınız bir şey çıkmaz. Ama kenarda bekletirsiniz onu. Gün gelir olgunlaşır. Yani halktan, insandan da alırsınız, bazen de onlara rağmen yaparsınız. Her şey insana dair. Kuracağınız mesele dair algınızda, dağarcığınızda ne varsa siz kağıda yazarken peşinizden gelir o. Korkmayın. Neyle doyum sağlıyorsanız onu etrafınızda bulursunuz. O bazen tesadüfen tezahür eder önünüzde, bazen de siz arar bulursunuz. Ama okuyarak, ama gezerek, ama araştırarak. Tüm bunlar büyük bir birikim gerektirir. Ve tartınızın oldukça hassas olması şarttır. Yazdığı, tasarladığı hikayeye kendinden hiçbir şey katmayan herhangi bir senarist yada yazara rastlamadım henüz.

Film ve müzik arasında güçlü bir bağ olduğu gerçeği günümüzde de önemini koruyor. Filmlerinize müzik seçerken veya üretirken neleri göz önünde bulundurursunuz? Müzik, film ile beraber seyircinin ruhuna neler katmalıdır?

Bir sanat eserinin yaratıcı hakları Yönetmen, Senarist ve Müzisyenlere aittir. Dolayısıyla müzik sinema sanatında önemli bir yere sahiptir. Yönetmen-Müzisyen uyumu olmazsa olmazlardan biri. Aralarında güçlü bir bağ, ortak bir hedef olmalı. Yönetmenin yaratmak istediği dünyaya uyum sağlamalı müzisyen. Ben onlarla çalışırken bütün kartlarımı ortaya açarım. Neyi nasıl desteklemesi gerektiğini uzun uzun anlatırım. Montajımı buna göre yaparım. O da her sahne için elinden geleni yapar. Genelde aynı müzisyenlerle çalışırım. Çünkü ortak bir sürü yön bulmuşsunuzdur geçmişte. Ancak; her projede müzik olması şart da değildir. Bazen doğal sesler, ambiyans size yeterli olabilir. Anlatmak istediğiniz hikayeye göre önceden müzik kullanıp kullanmayacağınıza karar verirsiniz. Çekerken de öyle uygularsınız sahnelerinizde. Eğer kullanmaya karar verirseniz tüm matematiğiniz değişir. Müziğin filmin ruhuna çok şey kattığı doğru. Ama yönetmen-müzisyen arasında ortak –ruh- yoksa, müzik rol çalmaya başlar. Bu da filmin önüne geçer. Bu çok tehlikeli. Ortak hedef, ortak payda. Bu çok önemli.

Yolunuzdan ilerlemek isteyen, sektörde kendi hikayesini yazmaya çalışan heyecanlı gençler var. Onlara verebileceğiniz en büyük tavsiye nedir? Kendilerini ne gibi zorluklarla karşılaşmaya hazırlamalılar ve bu sorunlarla nasıl baş edebilirler?

Upuzun yollar var önlerinde. Her şeyden önce algılarının çok açık olması gerekiyor. En başta kendine, sonra insana, doğaya, yaşadığı toplamsal yapıya, kültürel dokuya, siyasete, anlatım biçimlerine ve daha bir çok şeye ilgi duyması, ve onları anlamak için de her yola başvurması gerekiyor. Sinema sanatı içinde türlü alanlar var. Yönetmenliğin dışında senaryo, diyalog yazarlığı, kamera, kurgu, sanat yönetimi, kostüm, ses, ışık vs. Bir sürü dal var. Öncelikle hangi dalda ilerleyeceklerine karar vermeleri gerekiyor. Donanımını buna göre tamamlamalılar. Kuramsal eğitimin de şart olduğunu düşünüyorum. İster üniversite, ister özel kurumlarda mutlaka alınması gereken bir şey bu. Seçeceği dala göre de önündeki bütün seçeneklere başvurulmalı. Sabırla, hiç üşenmeden yılmadan usanmadan hem de. Önüne gelecek en ufak şansı bile kaçırmamalı gençler. Ülkemizde çok fazla üniversite kuruldu bizim alanda. Ve çok fazla özel kurum da var eğitim veren. Alaylı da yetiştirebilir pekala insan kendini ama hep bir yanı eksik kalır. Öncelikle eğitimleri iyi olmalı. Arkası çorap söküğü gibi gelir merak etmesinler. Eğitimli bir çok genç her geçen gün kapımızı çalıyor. Elimizden geleni yapıyoruz ancak istihdam sınırlı, sektör küçük. Sabırla, gerektiğinde başka uğraşlarla geçimini sağlayıp sektörde açılacak her pozisyonu değerlendirmeye açık ve atik olmamalılar. İyi bir ‘yetenek’ hiçbir zaman açıkta kalmaz.

‘’Can’’ adlı filminizle Sundance Film Festivali’nde ödül aldınız. Bu başarı hem kariyerinizde hem de sinemaya olan bakışınızda nasıl bir etki yarattı?

Benim için çok önemli bir festivaldi. Meslek hayatımı çok değiştirdi. O film sayesinde 35 ülkeyle temas ettim. Bu bana yeni ilişkiler, arkadaşlıklar ve iletişim sağladı. Uluslararası pek çok fona başvurma hakkım oldu. Bu herhangi bir festival gibi değil. Büyük festivaller çarkın içine aldığı sanatçıdan yeni filmler isterler. Başarılarını, işlerini takip ederler ve size yol açmaya çalışırlar. Bu sistemi kuran Robert Redford’tur. Bağımsız sinemacıların yapım ortağı, bütçe bulmakta, ekip kurmakta çok zorlandığını gördüğü için bu festivali kurdu. Festival sayesinde pek çok sinemacı yetişti. Mesela Daren Aronofsky, Quentin Tarantino bunlardan birkaçıdır. Bağımsız yapıda filmlerini devam ettirdiler. Dolayısıyla bu festival bana çok büyük bir ufuk açtı. Dünya’da meslektaşlarım neler yapıyor, hangi coğrafyadan neler çıkıyor bunları görebilme fırsatım oldu. Türkiye’de bağımsız film yapmak istediğin zaman hemen bütçe bulamıyorsun. Yurt dışındaki olanakları iyi kullananlar da var. Toplumsal refaha erişmiş bir ülke olsaydık bu kadar zorlu olmazdı. Geçmişte Türkiye’de bazı film festivalleri yapılmaya çalışıldı fakat çok başarılı olunamadı. Festivaller sadece film izlemek için değildir, izleyici bu etkinlikler sayesinde gelişir. Sanatın iyileştirici bir tarafı var. Yeni bir şeyle karşılaştığınız zaman sanatla bunu iyileştirecek gücünüz oluyor.

Daha önce akademisyenlik yaptığınızı ve zaman zaman dersler verdiğinizi belirttiniz. Akademisyenlik süreciniz mesleğinize nasıl yansıyor, size sağladığı faydalar oluyor mu?

Aslında akademisyenlik çok sevdiğim bir alan ama böyle bir ideali hiç düşünmedim. Okurken de mezun olduktan sonra da hep sahada olmayı düşündüm. Film sırasında çok fazla stajyer gelir, onlarla usta-çırak ilişkimiz olur. Şu anda bir sinema akademisinde de eğitim veriyorum. Eğitimler sayesinde birçok şeyi tekrar ediyorum. Özellikle kuramsal bilgiler çok akılda kalmaz. Pratiğin içinde kullanıldıkça kuram gelişir ve hatırlamakta fayda vardır. Dostoyevski’yi, Turgenyev’i, Tolstoy’u tekrar tekrar okumak gibi bir şey bu. Tekrarlarla beraber daha canlı oluyor. Bir de Dünya’da çok fazla değişim oluyor. Anlayış ve ifade biçimi değişiyor. Sektör ve teknoloji gelişiyor. Dolayısıyla kendimizi sürekli yenilememiz gereken bir evredeyiz. Üniversitelerde veya akademilerde ders vermek beni bu yönden destekliyor. Şu anda başka bir üniversiteden de teklif aldım. Orada da film atölyesi kurmayı düşünüyorum. Televizyonda uzun bir projenin içine girmediğim sürece bunları değerlendirmeye çalışıyorum. Açıkçası çok fazla dizi, film çekmek gibi bir kaygım da yok. Zamanım da olmuyor. Bizim için her gün yirmi saat çalışmak yorucu oluyor. Yaklaşık üç yıldır dizi almamaya çalışıyorum çünkü sosyal hayat diye bir şey kalmıyor. Fakat sinemayı hiçbir zaman bırakmadım. Hala iki üç senede bir film çekerim. Hatta şu anda vizyonda bir komedi filmim var. Komediyle ilgilenmeyi, doğanın insanla olan komik tarafına bakmayı seviyorum. Mümkün olduğunca kaliteli komediler yapmaya çalışıyorum. Bir yandan tiyatroyla ilgileniyor, zaman zaman oraya da eğilmeye çalışıyorum. Bazen yurt dışında da güzel şeyler oluyor. Ortalama yedi dile çevrilen oyunlarım var. Bazıları daha yeni Farsçaya çevrildi. Yani sürekli bir uğraşın içindeyiz. Belli bir tecrübeden sonra yorucu olmamak adına daha seçici oluyorsunuz. Sonra da yeni bir proje yeni bir heyecan arıyorsunuz…

Özellikle son birkaç yıldır çeşitli belediyeler, dernekler veya kurumlar sinema ile ilgili atölye eğitimleri oluşturuyor. Bu eğitimlere mühendislik, sağlık veya sosyal bilimlerden hatta farklı alanlardan çok fazla öğrenci katılıyor. Onlar da durumlara, kişilere veya olaylara bir sinemacı gibi bakabiliyorlar mı?

Yeni nesil kolay tüketen bir anlayışla yürüdüğü için sanatla ilgilendikleri zaman daha çok tüketmeyi seviyorlar. Üretim aşamasında da daha çok kamera arkasını merak ediyorlar. İçini çok merak etmiyorlar, tabi hepsi böyle değil. Yaklaşık 25 öğrenci alıyoruz ve bunların ortalama yüzde on beşi bu işi yapabilir diyorum. Fakat diğerlerinde böyle bir enerji hissetmiyorum. Hafta sonlarını değerlendirmek yahut farklı bir aktivite de yer almak isteyenler de var, hakikaten kendini geliştirmek donanımının üzerine bir şeyler koymak için gelenler de var. Üniversiteler de işler biraz daha kötü. Mesela sinema öğrencisine çok tanınmış bir yönetmenin adını söylediğimde ilk defa duymuş gibi davranıyor. Bu durum maalesef içimi acıtıyor. Sinemacı olmak istiyorsan; onun gelişim süreciyle, o alandaki önemli isimlerle, Türkiye’deki sinema tarihi ile ilgili bir duyuma sahip olman gerekiyor. Bunları bilmemek belki sektörde çok işine yaramayabilir ama bu bir saygı. Kimler ne yapmış, sen onun üzerine ne katabilirsin?… Çünkü tam işin içine giriyorsun ve ‘’Bir dakika, bu yapılmış” diyebiliyorsun. Geçmişte yapılanları bilmelisin ki, o hikâyeye nasıl bir bakış getireceğini ya da ne katacağını da anlamalısın. Bütün sırlar geçmişte saklıdır. Öğrenciler bunlara değer vermeli. Bunlarla çok karşılaşmadığımız zaman açıkçası üzülüyorum. Bizim iş biraz disiplin gerektiriyor. Sinemadaki işleyiş matematik kadar önemlidir. Geçmişte hocalarımızın kapılarını aşındırarak bir şeyler öğrendik. O zaman teknoloji de bu kadar gelişmemişti. Ya okuyarak ya seyrederek ya da dinleyerek bir şeyleri öğrenmeye çalışıyorduk. Şu an bunların her türlü detayına ulaşabildiğimiz bir zaman da öğrencilerin yapmıyor oluşu beni rahatsız ediyor. Mezun olduktan sonra sektöre giremediklerinde “E niye okudum o zaman?’’ diyorlar. Bir yandan da başkasının idealini çalmış oluyorlar.

Üniversiteyi İzmir’de bitirdikten sonra İstanbul’a geldiniz. Sinemayla ilgilenebileceğiniz daha farklı şehirler varken neden tercihiniz İstanbul’dan yana oldu? Sizi buraya çeken farklı bir sebep var mıydı?

Açıkçası farklı bir sebebim yoktu. İstanbul dışında sinemayla ilgilenebileceğiniz şehir sayısı çok az çünkü sektörün içinde değiller. Ancak İzmir’de, Ankara’da veya farklı bir yerde dizi ya da film çekiliyorsa o şehirde biraz sinema konuşuluyor. İzmir’de o zaman bunu yapmak zordu çünkü bir yapım şirketi bile yoktu. Öğrenciliğim sırasında İzmir’deki bazı radyolarda çalışıyordum, devlet tiyatrosunda küçük oyunlarda yer alıyordum ama bir sektörün içine girmek için merkeze gelmek gerekiyor. Çoğu kişinin ideali İstanbul’da bu işi yapabilmektir. Sonrasında Türkiye’nin hemen hemen her yerinde bir şeyler çektim ama asıl konuşlandığım yer burası oldu. İstanbul büyük bir metropol, yalnızca Türkiye için değil Avrupa içinde böyle. Bizim sektörün kalbi burada atıyor dolayısıyla burada olmak istiyorsun. İstanbul’a mecburen geliyorsunuz. Sonrasında tutunamayıp dönebilirsiniz, daha küçük işlerle uğraşabilirseniz ama bu, bana doygunluk sağlamazdı.

Üniversite yıllarınızda tiyatroda da yer aldığınızı belirttiniz. Sinema ile ilgilenmeye başladıktan sonra kamera önünde yer almayı düşündünüz mü? Tiyatro oyunculuğunu sinemayla devam ettirme isteğiniz oldu mu?

Tiyatroyu çok seviyorum ama sinemada kamera önü düşünmedim açıkçası. Çok kıramadığım arkadaşlarım için zaman zaman rol aldığım oluyor. Tiyatro sahnesindeki o tozu seviyorum. Seyirciyle gelişen karşılıklı tepkiyi, enerjiyi seviyorum. Fakat oyunculuğu hiçbir zaman meslek olarak düşünmedim. Sinemayla tanıştıktan sonra yapmak istediğim işin sinema olduğuna karar verdim. Ancak tiyatroyu yazarlık ve yönetmenlik olarak sürdürdüm.

Şu ana kadar hep göze hitap eden işlerle ilgilendiniz. Peki kulağa hitap etmeyi de düşündüğünüz zamanlar oldu mu?

Hep bir enstrüman çalmayı çok isterdim. Ya zamanım yoktu ya da çekiniyordum, beceremeyeceğimi düşünüyordum. O zaman için çok imkân da yoktu. Piyano, gitar dersi almak mümkün değildi çünkü öyle bir bütçem yoktu. Hatta Anadolu lisesini kazanmış olmama rağmen gidemedim. Çocukluktan beri beraber olduğum arkadaşlarımla aynı liseye gittim. Şu an keşke gitseydim diyorum. En azından birkaç dile hâkim olurdum. Bir yandan 45 yıldır görüştüğüm arkadaşlarım ve öğretmenlerim de var. Bazen iyi ki bunu yapmışım diyorum.

Şu anda sinema sektörüne bakıldığında genelde batı hakimiyeti hatta Hollywood filmleri görülüyor. Ancak Doğu’da İran gibi güçlü sineması olan ülkeler de var. Size göre en güçlü sinema hangi ülkenin kültüründen doğmuştur?

Hepsinin kendisine has bir ifadesi var. Sanatçı, coğrafyanın getirdiği bütün sorumluluğu ve yükü taşır. Hangi sanatla ilgilenirse ilgilensin bunu yansıtır. Fakat Batı’nın sürekli doğuya gelip bir şeyler araştırdığını, yeni ifadeler bulmaya çalıştığını biliyoruz. Batı, buranın hikayelerini merak ediyor. Danimarka’ya, Japonya’ya gittiğimde de o kadar farklı kültür ve anlayışlarla karşılaştım ki, işte Batı bunun peşine gidiyor çünkü kendi ürettikleri tekrara düşüyor. Pers’in, Hindistan’ın, Uzak Doğu’nun peşinden gidiyorlar çünkü öz orada. İnsanın özünü anlatan hikayeler olduğu için şu an Avrupa’da Cannes, Venedik, Sundance gibi büyük festivaller var. İran, Danimarka, Japonya, Hint, Türkiye ya da Latin Amerika filmleri hikâyenin özünü koruyorlar. Bu durum belki o ülkelerin sanayileşememesinden, devletçi bir anlayıştan veya dinsel motiflerin zorlayıcılığından dolayı da olabilir. Örneğin Asgar Ferhadi’nin filmlerinde oyuncunun mahkemedeki halini veya toplum içindeki yerini gördüğünüz zaman farklı bakmaya başlıyorsunuz çünkü benzerini siz yaşamışsınız.

Üretilen yeni yapımlarla beraber, hatta daha önce yayınlanan bazı yapımlarda da bunları görebiliyoruz, anlatılan hikayeler çeşitli evrenlerde geçiyor. Bunları yaratıcılık bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz?

‘’36 hikâye vardır, 37. hikâye yoktur’’ bu böyledir. Sizin o hikâyeye nerden yaklaştığınız önemlidir. Mesela dün ‘’Aftersun’’ filmini izledim. Hikâyede bir olay akışı, karakter gelişimi veya sekans yok. Çok genç yaşta baba olmuş bir adam ve 11 yaşındaki kızının tatil sırasındaki izdüşümü anlatılıyor. Adamın yanlışları, her şeyi yeni yeni öğreniyor olması, kızın hayata tutunma çabası o kadar naif bir şekilde anlatılmış ki… Bu film beni etkiliyor. Baba ile kız arasındaki ilişki üzerinden bir sürü film yapılmıştır. O filmi nasıl vücuda getirip anlattığın önemli. Yönetmenlik burada başlıyor. İşin içinde macera var, örgütlenmiş eğlence dışında örgütlenmemiş eğlenceyle aldığınız haz ile örgütlenmiş eğlenceden alınan haz arasında çok fark vardır. Hem baba hem kız beraber hayatı öğreniyorlar. Filmde bizi heyecanlandıran noktalar bunlar. Bu iş bir yönetmen sanatı. Yönetmenin o hikâyeye nasıl baktığı, sizi nasıl yönlendirdiği çok önemli. Türkiye’de bunu söylemek için çok erken. ‘’Türk Sinema Sanatı’’ diye bir şey konuşamıyoruz maalesef. Türk sinemasının detayları, motifleri nedir dediğimiz zaman ortaya çok bir şey çıkmıyor. İran veya İskandinav sineması kadar detay çıkmıyor. Epey yol almamız gerekiyor.

Peki bu yolda seyircinin rolü ne? Seyircinin de kendini sinema yönünden geliştirmesini ister miydiniz?

Herkesin böyle olmasını beklemiyorum. Herkes kendini iyi hissedebileceği, hayata iyi yönden bakabileceği küçük heyecanlar yaşayabiliyorsa her film güzeldir. Hangi filmden ne aldığınız çok önemli değildir. Örneğin aynı aktörlerin aynı basmakalıp filmlerini izlemektense onun türevlerini izlemeye eğilmesini isterdim. Sanatçının seyirciyi geliştirmek gibi bir görevi var mı? Hayır, böyle bir görevi yok. Sanatçı da kendi huzurunu, ifadesini arıyor. Seyirci o zaman başka bir yöne evrilecektir.

RAŞİT ÇELİKEZER

Yönetmen, senarist, oyun yazarı ve yapımcı .

1969 İzmir doğumlu. Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü mezunu. Yazıp yönettiği kısa filmleriyle yurt içi ve yurt dışında birçok festivale katıldı. Yapımcılığını da üstlendiği ‘Gökten 3 Elma Düştü’ filmi toplam 10 ödül kazandı. Senarist olarak TRT kanalına Türk edebiyatından üç roman uyarladı. Türk Özel Televizyon kanallarına 22 ayrı projede 400’ü aşkın dizi film bölümleri çekti. Bir çok dile çevrilen tiyatro oyunları Devlet Tiyatroları ve Özel Tiyatrolarda sahnelendi. İkinci uzun Metrajlı Filmi “Can” ile, Sundance Film Festivali’nde yarıştı. Bu Türkiye’de bir ilktir. Ve burada “Jüri Özel Ödülü” almıştır. 

Bültenimize Katılın

Bu yazıyı beğendiniz mi? Aylık bültenimize bayılacaksınız.

Sanat Duvarı

Sanat Duvarı

Yorumlar

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir