röportaj: Eylül Giriftinoğlu Sevgili Hakan Bilgin ile tiyatro ve sanat hakkında kıymetli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine nazik tavrı ve bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz...1. 9 Eylül işletme mezunusunuz, mezun olduktan sonra da bir süre bu alanda çalışmışsınız buradan tiyatroya geçişiniz nasıl oldu?Aslında tiyatrodan 9 Eylül Üniversitesine geçişim oldu. Çünkü ben ilkokulda, ortaokulda ve …
röportaj: Eylül Giriftinoğlu
Sevgili Hakan Bilgin ile tiyatro ve sanat hakkında kıymetli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine nazik tavrı ve bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederiz…
1. 9 Eylül işletme mezunusunuz, mezun olduktan sonra da bir süre bu alanda çalışmışsınız buradan tiyatroya geçişiniz nasıl oldu?
Aslında tiyatrodan 9 Eylül Üniversitesine geçişim oldu. Çünkü ben ilkokulda, ortaokulda ve lisede hep amatör tiyatro yaptım. Ama hayat bana, memur çocuğu olduğum için tiyatrocu olma gibi bir hayalimin olmaması gerektiğini gösterdi. Onun için bende de ‘demek ki ayakta durmak zorundayım, para kazanmak zorundayım; ne yapabilirim, çalışayım’ durumu oldu. Hayalim hiçbir zaman oyuncu olayım, tiyatro yapayım değildi. Orası sadece mutlu olduğum bir yerdi. İşletme bitti sonrası da askerlikti. O dönem Derbi lastik fabrikasında bir sene ithalat servisinde çalıştım. Askerlik sonrası döndüğümde inşaat sektöründe seramik pazarlayan bir şirketin önce merkez satış şefi, sonra da bölge müdürü gibi bir kademe ile bir yere gittim. Yani oradan devam etseydim şu anda herhalde bir fabrikanın ya satış müdürüydüm, ya bölge müdürüydüm, ya da genel müdürüydüm. Çünkü benimle aynı olan arkadaşlarım şu anda Ceo falan oldular. Doğru mu yaptım hâlâ tartışılır tabii, ne olduğu bilinmez. (gülüyor)
Ama işte o dönem şirket batınca ve ben ortada kalınca kolumdaki bileziklerime baktım, neyi biliyorum diye. Oyunculuğu daha evvelden yaptığım için ona devam ettim. Yoksa bir anda durup dururken beyaz yakayı çıkartıp da ben artık oyuncuyum demedim yani. (gülüyor) O bilgi geçmişi vardı.

2. Çalıştığınız şirket battıktan sonra, birçok işte çalışmışsınız, bu tarz tecrübelerin mesleğinize ne gibi katkıları oldu?
Oyunculuk denilen şey aslında ciddi bir gözlemdir, ciddi bir birikimdir. Takip ettiğim, izlediğim, gördüğüm profiller; insanlar, olaylar, travmalar, üzüntüler… Bunların hepsi yarın öbür gün kullanacağım bütün duygular için ciddi malzemelerdir. Onun için o zenginlik ne kadar çoksa o zenginliği aynen oynadığın şeyde renkli kılabilirsin. Dümdüz, yani hayatında hiçbir şey yaşamamış bir çocuk konservatuvar veya alaylı bir şekilde eğitim alıp direkt oyunculuğa başladığında kendini çok daha eksik hissedebilir. Bu teorik olarak doğrudur ama pratikte belki kendini geliştirebilecek bir şey bulabilir. Bu bir doktor, hemşire, bir mühendis için de geçerli. Var olan sistemde yaptığınız işin nasıl olduğu kısmı çok önemlidir. Herkes çizim yapar, herkes muayene eder ama nasıl kısmı sizin geçmişinizle alakalı, biriktirdikleriniz ile alakalıdır. Ben de o nasıl kısmını çok doldurunca oynadığım şeylerde katkısını ve etkisini çok gördüm tabii ki.
EG: teşekkür ederim
HB: Rica ederim. Keza senin sevdiğin Mekanın Sahibine Geldik de sadece bir sonuç değil. Aynı zamanda arkadaş, dost, yaren, paylaşan, üzülen, dinleyen, öğrenen birisi olduğum için de o YouTube kanalı o manada seviliyor ve samimi bulunuyor.

EG: Bir de orada şunu fark ediyorum, moderatörlük anlamında da siz soru sorarken ve bir cevap geldiğinde mutlaka bir hikaye yaşanmış oluyor, o hikayeye çok benzer bir hikayeyi siz de mutlaka yaşamış oluyorsunuz.
HB: Evet, o tecrübe değil aslında. Televizyonda bir şekilde tanınmış bilinmiş, belli bir yere gelmiş bir insan geçmişte yaşadığı hatalarını problemlerini söylemeyi pek kabul etmez. Halbuki bunlar söylenince çok daha güzel olursun ve gerçek olursun. Hayatımda kapalı, vitrin veya kostümlü birisi olarak bulunmayı hiç tercih etmedim. Çünkü hatasıyla, eksiğiyle, yanlışıyla insanız. O yaptığım yanlışları ve hataları anlatmaktan çok keyif aldım. İyi ki onları yapmışım ve şu anda bunu yapmamaya çalışıyorum.
3. Bir röportajınızda ‘oynadığım her şeyin içinde Hakan var’ demiştiniz. Sizin için karaktere hazırlanma süreci nasıl işliyor?
Ben hikayeyi izlediğimde onun nerede yaşadığını, nasıl yaşadığını, nasıl bir gerçeklik içinde olduğunu, nasıl bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorum ve bununla ilgili bir hikaye oluşturuyor, gözümde canlandırıyorum. Sonra diyorum ki, Hakan gerçekte bu adamın yaşadığı hayatı yaşamış olsaydın, o zaman nasıl bir refleks verirdin. Çünkü Hakan’ın verdiği refleks gerçek ve samimi oluyor. Öteki türlü ben başka birisi gibi davranmaya kalktığımda, bugüne kadar biriktirdiğim bu elimi bu şekilde hareket ettirmeyi öğrettiyse ben başka bir tipten yola çıkarak onu kopyalamaya kalktığımda o el öyle olmuyor. Robert de Niro gibi durmaya kalktığımda bana Allah’ın Lazı olarak bana yakışmıyor. De Niro, İtalya’da doğmuş Amerika’ya gitmiş; kolunu öyle bir koyuyor ki oraya, adamın o formasyonuna uyuyor ama bana uymuyor. De Niro’nun orada yaşadığı duygu neyse o duyguyu hissedebilmeyi başardığımda Allah’ın Lazı Hakan’ın tavrı gerçek oluyor. Orada yakalanması gereken şekil değil, duygu. Onun için de oynadığım her şeyin içinde; transeksüelin, Karadenizlinin, Hüseyin abinin, Maho’nun hepsinin içinde Hakan var. Hakan Hüseyin abi olursa, Hakan Maho olursa diye yola çıktım. Öteki türlüsü bana gerçek gelmiyor.

4. Tiyatroda Ortaoyuncular ile profesyonel oldunuz. Dolayısıyla çok büyük bir geleneğin içinde piştiniz diyebiliriz. Sizce günümüzde Türkiye’de tiyatroya bakış açısı nasıl? Yeni ve Eski tiyatro anlayışları arasında bir fark var mı?
Hayatım boyunca hiç arabesk bir adam olmadım. Bu memlekete niye geldim, Allah’ım bize hiç değer vermiyorlar, ben sanatçı adamım böyle bir şey yapılır mı diyen bir adam hiç olmadım. Dünyanın neresinde olursan ol belki de dünyanın en medeniyetsiz kültürün hiç gelişmediği bir yerde bile tiyatro yaparsan, eğer doğru bir şey yapıyorsan ona hak ettiği değeri en ilkel insan bile verebilir. Değer toplumla alakalı bir şey değildir sizin yaptığınız işle alakalı olan bir şeydir. Ben 30 senedir aktörlük yapıyorum kimse beni anlamadı diyorsanız bir yerde bir yanlışlık var demektir. Yani bu sadece toplumun suçu olamaz. Tabii ki dijitalleşen, her şeyin hızlı olduğu, her şeyin bu kadar çabuk tüketildiği bir dünyada hâlâ niteliğini koruyan, hâlâ içeriği canlı ve duygu dolu bir gerçeklikte kalan gelenekselle kalan bir işi yapmaya çalışmak çok kolay bir şey değil. Kabul görmek de çok kolay bir şey değil. Ama retro diye bir şey var, her şey geriye dönüyor. Dolayısıyla insanlar bu dijitalden de bir süre sonra sıkılacak. Gerçek şu ki salgın sonrası sinemadan önce tiyatroya döndü seyirci. Tiyatro daha çabuk seyirciyle buluştu, sinema daha yeni buluşuyor. Dolayısıyla o gerçekliği eğer siz yapmayı başarırsanız, onu daha dünyaya uydurmaya çalışmazsanız, yani ben de dijitalleşeyim artık tiyatro da değişmeli böyle tiyatro olmaz kardeşim demek yerine, tam tersine tiyatronun hâlâ o samimiyetini korumak için mücadeleye devam ederseniz bambaşka bir dünya… O dünyayı koruduğunuz sürece karşılığını bulursunuz.

5. Dublaj, televizyon oyunculuğu, tiyatro, sinema oyunculuğu, yazarlık ve konuşmacılık… birçok alanda varsınız. Sizin için hangisi daha vazgeçilmezdir?
Aslında vazgeçilmezin felsefesi faydaya bağlı. Faydalı olduğum sürece faydalı olan hiçbir şeyden vazgeçmeyi düşünmüyorum. Bunun adı tiyatro ise tiyatro. Tiyatrodaki fayda şunu yaşatıyor; kendime faydalı, topluma faydalı bir hissiyattayım. Çünkü ortaokulda ilk sahneye çıktığımda o zamanki ustamız rahmetli Aydın Üstüntaş demişti ki ‘sahneye çıktığınızda yaptığınızın aksini aşağı indiğinizde yaparsanız bir daha sahneye çıktığınızda kimse size inanmaz’

O fikirle şunu anladım, ben sahnenin üzerinde dünyayı değiştirebilirim. Bu çok güzel bir şey, fayda sağlayabilirim. Bu beni çok heyecanlandırdı, onun için ondan vazgeçemiyorum. Vazgeçemediğim tek şey fayda. Evde de boş durumda, faydasız bir şekilde oturduğumda en kötü ihtimal dolabı indirip yazlık kışlık yapıyorum. (gülüyor) Öyle bir kafam var, rahatsız bir kafa yani. (gülüyor) Bence doğduğumuzda hayata karşı borçluyuz, biz tam tersine alacaklı olduğumuzu zannediyoruz, ben bu hayata geldiysem buradan alacağım var diyoruz, aslında boş değil. Bizi doğuruyorlar ve bir hayat sunuyorlar, buyur yaşa diyorlar. Biz hayatı dolu dolu yaşarsak bence çok büyük yer var. Ama dolu yaşamak yerine biz her seferinde ben seninle konuştum ne kazanabilirim, acaba bana ne verebilir diye düşündüğümüzde hayat o zaman çekilmez bir hale geliyor. İnsan biraz orada çuvallıyor işte.
EG: Evet ben dergiyi kurma cesaretini de Mekanın Sahibine Geldik’ten almıştım.
HB: Ne güzel, ne güzel ya, süpersin. Helal olsun sana. Bir kişiye faydamız oldu. Düşün senin gibi kim bilir kaç kişi var. İşte hayatı böyle fark edebilmeye başladıktan sonra hayat çok güzel. Senin gelmeni gerçekten bir nedene bağladığım zaman ben bu anı çok mutlu yaşıyorum ama öteki türlüsü her şeye vesile, öteki türlüsü çok eziyet. Mesela “ben aslında Mekanın Sahibine Geldik’ten heyecanlanıp bunu yaptım” ı pas geçip hiç fark etmeden, bunu önemsemeden, yaşadığım sıkıntıyı arabeskçe yaşamaya devam etsem tanrının bana gönderdiği mesajı almazdım. İşte diyor ki, tamam sakin ol, kötü bir adam değilsin.
6. Çok yönlülük demişken… Çakallarla Dans 6 vizyona girdi, Duru Sahne’de Dönme Dolap isimli tiyatro oyununu sergiliyorsunuz, okullara konuşmaya gidiyorsunuz aynı zamanda kendi programınız olan ‘Mekânın Sahibine Geldik’ söyleşilerine de devam ediyorsunuz. Tüm bu yoğunlukla başa çıkmak zor olmuyor mu? Zaman yönetimi konusunda neler yapıyorsunuz?
Ben aslında planlamayı çok seven bir adamım ama planlamaya uymak konusunda bazı sıkıntılarım oluyor, onun için de mutlaka iş çıkartmam gerekiyor. Yoksa tembel bir adamım. Yani okumam gereken yazmam gereken daha bir sürü şey varken, kafamda da bir sürü şey var. Mesela şu an yoğun ya, onları hep öteliyorum, kağıtlara yazıyorum, kenara ayırıyorum. Bunu, bunu, bunu yapacaksın Hakan diye kendimi doldurduğumda kendimi para kazanmış gibi hissediyorum. Bu yaptığım işlerin hepsi para kazandıran işler değil aslında ama dolu dolu yaşayınca, mesela Mekânın Sahibine Geldik yaptık, sen geldin bundan etkilendiğini söyledin; ben bana piyango çıkmış durumdayım şu anda. (gülüyor) Ben senin hayatında bir şey değiştirip buradaki 10 kişinin hayatını renklendirecek bir şey yapan biri olarak sabaha kadar çalışabilirim. (gülüyor) Bu arada ukala ukala konuşuyorum “ben neymişim” gibi, böyle bir şeyden bahsetmiyorum. Bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçirmek kadar doğal ve basit bir iyilikten bahsediyorum.

7. Pandemi dönemi tüm dünya için zor bir süreçti. Siz bu süreçte ‘Mekânın Sahibine Geldik’ serisine başladınız. Böyle bir seriye başlama kararını nasıl aldınız? Pandemi sürecinde ne tarz zorluklarla karşılaştınız?
Pandemide ben teslim oldum. Dedim ki, evet ne derlerse ben onu yapacağım. Sistem ne ise ona uyacağım, hiçbir sıkıntım yok. Çünkü bu bitecek, böyle sürecek hali yok. Yarı açık cezaevindesin Hakan, dedim. Okuyamadığım kitapları okuyarak, filmleri seyrederek vakit geçiriyordum. Sonra biri dedi ki, YouTube’a yönelme oldu, bir söyleşi programı var. Yaparız söyleşi dedim. İstediğiniz konuğu getirebilirsiniz, ama benim soracağım sorulara ne olur karışmayın, ben sormak istiyorum, dedim. Konuğu sıkıştır, magazinsel bir şey yap, ben bunlara gelemem. Bana misafir gelmiş birisi, bunu yapamam ben sohbet edeceğim, dedim. Olmaz, samimiyet bir işe yaramaz, dediler. Sonra samimiyet çok büyük şey kazandırdı. Dolayısıyla o öyle başladı, kitap da o dönem öyle başladı. Ahmet Şerif İzgören hocamız da niye yazmıyorsun anlattıklarını dedi. Bir de kitap yazmaya başlayınca salgın döneminden gayet kârlı bir şekilde çıktım
8. Mekanın Sahibine Geldik’in sıkı bir takipçisiyim ben de. Neredeyse her bölümü izledim. Birbirinden donanımlı konuklar geliyor programınıza. Konuklarınızı neye göre seçiyorsunuz? Bütün bir söyleşi süreci nasıl işliyor? Favori bölümünüz var mı?
Şöyle, ben hikayesi olan insan seviyorum. Bazen yaşı olan insanlar, özellikle mesleğinde üstat olmuş insanlar olunca hikayeleri çok fazla oluyor. Bazen de senin yaşında bir genç kız, mesela Irmak. Şarkıcı Irmak’la bir gün bir konuk programında tanıştık. Yolda transferde bana hikayesini anlattı. Dedim ki, bu müthiş bir hikâye. Çünkü ben, “bu hikâyeyi izleyen bir genç hayatında bundan etkilenip hayatına bir katkı sağlar mı?” diye düşünüyorum. Sağlar, o zaman bu hikâye izlenmeli. Yoksa çok daha meşhur insanlar da tanıyorum. Onları davet ettiğimde herkes onların hikayesini biliyor. Mekanın Sahibine Geldik; bilinmeyen insanların, tanıdığın ama tam bir ilişki kuramadığın veya kesinlikle ayrı görüşte olduğun; yani aynı takımın adamı olmayan farklı taraflardaki insanların anlatıldığı; insan olmasını, insan olarak da sevilebilmesini, aslında taraflara ihtiyacımız olmadığını, bir arada olduğumuzda bir işe yarayacağımızı anlatmaya çalıştığım bir program. Favori bölümüm tabii ki en çok da sevilen Semih’in programı (Semih Saygıner), çok keyifliydi. Cengiz’inki (Cengiz Küçükayvaz) çok komikti ama onun haricinde Türkiye’nin entelektüel adamı olduğuna inandığım Tamer Levent’in bölümü de muhteşem bir bölümdü. İnsanların hangi seviyede bir Türk olabildiğini, dünyayı bu kadar yakın takip eden insanlar da olabildiğini gösterdi. Engin Alkan’ın bölümü bir tiyatro oyuncusu olarak bence herkesin, her oyuncunun izlemesi gereken bir program. Gürgen’in (Gürgen Öz) hiçlik konusunda, kendini değiştirme konusundaki hikayesi çok güzeldi. Alper’in (Alper Kul) o samimi itirafları müthişti. Uraz’ın (Uraz Kaygılaroğlu) mizahı müthişti. ‘Mekânın cennet olsun Hakan abi’ diye başlık mı olur, yani böyle matrak bir adamdır. (gülüyor)

9. Bir kitap da yazdınız, ‘Farkıma Takılanlar’ı yazma kararını nasıl aldınız, süreç nasıl işledi? Yeni bir kitap daha yazmayı düşünüyor musunuz?
Ahmet Şerif İzgören’i izledim; o da bilimsel bir şey kullanmayan sadece hikâye anlatıcısı olan, başından geçenlerden yola çıkarak felsefe çıkartan bir adam. Ben de aynı üslupla yaptığımı fark ettim. Sonra bu adamla tanışmam lazım dedim.
Tanıştık, çok iyi karşıladı beni. Çok güzel sohbet ettik. Niye yazmıyorsun, dedi. Dedim ki, yazmak başka bir hat yani ben yazar değilim. Benim 30 tane kitabım var, dedi. Sen de düşüncelerini yaz, konuşabildiğin kadarsın, ondan sonrasını kimse okuyamaz. Oradan gaz verdi bana. Sen zaten biraz yaz bir 30 40 sayfa gönderelim, Elma Yayınları’nda editörler bakar. Zaten kötü yazarsan olmaz derler, dedi. Ben de peki, dedim. Yazdım 30 sayfa sonra karne bekler gibi bekledim. (gülüyor) Ankara’dan bir cevap geldi, hala da saklarım o maili. Yeni bir yazar olarak ukala, parmak sallayan birisi değilsiniz, ben bilirim demiyorsunuz, sohbet eder gibi bir üslubunuz var, biz çok sevdik bunu, dediler.

10. Yeni kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Düşünüyorum. Onu 53 sene sonra yazmıştım. Bir 53 sene daha yaşarsam bilmiyorum. (gülüyor) Biriktirme ile alakalı biraz da, kitap yazmış olmak için yazmamıştım zaten. O zamanda biriktirdiğimi ve konuştuklarımı yazmıştım. Gene konuşacaklarım artarsa ve birikirse… Anlattıklarımı bir hikâye haline çevirebiliyorum ama bunu akşam eve gidip yapmıyorum, duruyor bir yerde. Sonra yazmaya karar verirsem, bu hikayelerden çok olursa; o etkilendi, bu etkilendi, demek ki etkilenilecek bir hikaye, bir karşılığı var, bu dinlediğinde hayatında bir şeyi değiştirebilecek diyorum. O zaman bu faydalı bir hikaye oluyor. Bunu anlatmak lazım, diyorum. Öyle karar veriyorum.

11. Son olarak; farkındalıklara ve tecrübelere verdiğiniz önem ortada, bunu gerek kitaplarla gerek konuşmalarla daima aktarmaya çabalıyorsunuz. Peki 20 yaşındaki Hakan ile karşı karşıya gelme ihtimaliniz olsaydı, o nasıl farkındalıklara ihtiyaç duyardı? Ona hangi nasihatleri verirdiniz?
İlk başta söyleyeceğim şey, Hakan bir dünya vatandaşı olman lazım. Çünkü sen sadece Türkçe bilirsen dünya çok büyük ama İngilizce bilirsen… Bir tane daha lisanım olsaydı, yani İngilizceye gerçekten gereken özeni göstermiş olsaydım şu anda ben dünya vatandaşıydım. İstediğim yere gidip istediğim insanla konuşabilecektim. Daha çok şey öğrenebilecektim. Öğrenmekten kastım matematik bilecektim, fizik bilecektim değil; hayat bilecektim. Bir Japon’un hayat felsefesini öğrenecektim. Belki bir Hindistanlı neden saatlerce o taşın üzerinde duruyor onu öğrenecektim ve bu bana kendi hayat felsefem olarak çok şey katacaktı. Ben bunları yapamıyorum, benim yabancı dilim ne yazık ki beden dili. Dolayısıyla tarifle anlatarak konuşursam bir yere kadar oluyor, bunun için ilk olarak onu söylerdim. Hep kendine daha çok yatırım yapmasını isterdim. Daha çok şey birleştirmesini isterdim. O zamanki Hakan’a keşke daha evvelden tiyatro seçseydin, diyemezdim. Ben konservatuar okumayı çok isterdim. Hatta İstanbul’a geldiğimde Kadıköy konservatuvarı çevresinde böyle içerideki sesleri dinlerdim. Dolanırdım, içeriden çello sesleri gelirdi, opera, şan sesleri… Gidip kantinde otururdum ve oradaki insanları izlerdim. Hepsi bana uzaylı gibi gelirdi. Aktörler, balerinler, akademi… Bense kendimi o bağlamda çok amele hissederdim tabii. Ailem ekonomik olarak memur ailesiydi onlara ben aktör olacağım diyemezdim. Onları anlamak için bilgileri yoktu. İstanbul’da yaşayıp büyüseydik belki bu bilgi olabilirdi ama olana da çok razıyım yani. Ben, başımdan geçenlerden çok mutluyum sadece. İşte o İngilizce hikayesi bir tek. O zaman İngilizce hocasını kafalamak yerine İngilizce dersine özen gösterseydim şu an hem mesleğimde daha çok şeyi geliştirirdim. Hem de Hakan’ın kişisel gelişimi bağlamında bir dünya vatandaşı olarak daha da faydalı bir adam olurdum. Yani Afrika’ya da gidebilirdim mesela. Veya öfke kontrolü konusunda dünyada yapılmış araştırmaları İngilizce araştırabilirdim. Hiç kavga etmediğim için bu kavgayı niye ediyor insanlar, araştırmayı çok isterdim.