yazı: Melisa Güller Çoğumuz ‘orta yaş sendromu’nu duymuşuzdur. İnsanların bir kısmının, yaklaşık 35 yaşlarında girdiği, yaşın ilerlemisine ve gençliğe duyulan hasret ve duygusallığa bağlı olarak hayatın her zamankinden daha fazla sorgulandığı ve özgüvenin azaldığı bir dönemi tanımlamak için 1960’larda ortaya atılmış bir kalıptır ‘orta yaş sendromu’. Bundan daha az bilinen ama en az onun kadar yaygın olan İngilizce …
yazı: Melisa Güller
Çoğumuz ‘orta yaş sendromu’nu duymuşuzdur. İnsanların bir kısmının, yaklaşık 35 yaşlarında girdiği, yaşın ilerlemisine ve gençliğe duyulan hasret ve duygusallığa bağlı olarak hayatın her zamankinden daha fazla sorgulandığı ve özgüvenin azaldığı bir dönemi tanımlamak için 1960’larda ortaya atılmış bir kalıptır ‘orta yaş sendromu’. Bundan daha az bilinen ama en az onun kadar yaygın olan İngilizce adıyla ‘quarter life crisis’ yani ‘çeyrek hayat krizi’ ya da ‘çeyrek yaş sendromu’ ise insanın 20’li yaşların başlangıçından 30’lu yaşlara gelene kadar geçirdiği sürede yaşanan, yine hayatın bolca sorgulandığı; orta yaş sendromundan farklı olarak daha çok geçmiş hakkında değil de gelecek hakkında stres ve anksiyete yaşandığı bir durumdur.
20’li Yaşlar ve Getirdikleri
İnsanlar 20’li yaşların hayatın en iyi dönemi olduğunu söylerler. Kendi kararlarını verecek kadar yaşlı, sabah derse/işe gidip akşama arkadaşlarla buluşup ertesi sabah bu rutini tekrarlayacak enerjiyi bulacak kadar genç olunan bir dönemdir neticede. En güzel dönem denilen bu 20’li yaşlar, aslında insanların en çok kendini, ilişkilerini, işini, okulunu, kariyerini, hayat yolunu sorguladığı dönemdir. Tuhaf bir dönemdir 20’den 30’a kadar olan o on yıl. Kimi evlenir, kimi yeni mezun olur, kimi patron olur, kimi ilk işini tecrübe eder. Aynı yaşta olup çok farklı hayatlar yaşarlar insanlar. Bu da eğer henüz mezun değilseniz, işe girmemişseniz, ya da bir ilişki içerisinde değilseniz sizi beyninizde milyonlarca yanıtlanmayı bekleyen “Onun düzenli geliri ve yıllardır süren bir ilişkisi var, benim neden yok?” gibi sorularla karşı karşıya bırakabilir. 20’li yaşlardayken, ne yapacağını ve kim olduğunu bulmak dünyanın en zor şeyi gibi gelir.
Okuduğun bölümden memnun olup olmadığını, işini gerçekten sevip sevmediğini, genel olarak hayatı ve dünyayı düşünmek, bu çeyrek hayat sendromunun tatlı getirilerinden. Hatta bu düşünceler yer yer felsefileşir; hayat ne ki, aşk ne ki, ben neyim ki gibi cevaplanması oldukça güç olan sorularla bezdirir 20’li yaşlardaki bireyimizin kafasını. Hayatı kaçırıyormuş gibi hisseder; sanki 30 olunca her şey bitecekmiş gibi. Böyle hissetmede, medyanın ve toplumun büyük bir payı vardır elbette. Filmlerde, dizilerde genelde hikayeler gençlik üzerinedir. Spesifik olarak ‘yaşlı’ rolü gerektirmeyen senaryolarda oyuncuların ve karakterlerin yaşı 30’dan fazla değildir çoğunlukla. İnsanlar, yüzünü ekranlarda yeni gösteren ve toplumun güzellik algısına uyan çehreyi merak ederler, severler. Hal böyle olunca, 20’li yaşlarda insan zamana karşı yarışır. Tabii hayatı asıl şimdi başlayan birinin, onu bu kadar kısa sürede kaybedeceği düşüncesine kapılması psikolojisini alt üst eder doğal olarak.
Düşünür insan, çok düşünür;
“Bölüm mü değiştirmeliyim; mezuniyete bu kadar az kalmışken?”
“Şehir mi değiştirmeliyim? Belki yeni bir yer bana iyi gelir.”
“Eve dönersem beni kabul ederler mi?”
“Ne zaman evlensem herkesi memnun etmiş olurum?”
“Bunun için çok mu erken?”
“Bunun için çok mu geç?”
Ne yaparsa yapsın, ya çok geç kalmış ya da fazla erken gelmiş gibi hisseder çeyrek hayat krizini yaşayan. Kimi dinlese, herkes farklı bir şey söyler. Kendini dinlese, kendi de ne istediğini bilmez bazen. Bildiği zamanlar da istediğinin peşinden gitmekten korkar, ya da yeterli motivasyonu olmaz. Sonra, yıllar sonra, dönüp bakmaktan korkar ‘keşke’lerle dolu bir hayat yaşamış olmaktan. Sanırım bu durumda yapılacak en iyi şey, klişe olsa da kalbinin sesini dinlemek ve hayatı akışına bırakmak; çünkü kim bilir yarın neler getirir?