Yazı: Sezin Öz“abi bi tane kitap var ya, 1984”“evet”“aynı günümüz… çok anlamlı. Adam gelceği görmüş kesin oku onu…”Distopya eserleri, okuma kültürünün eksikliğinden sıkça şikayet edilen ülkemizde her nasılsa en çok dikkat çeken ve okunan türlerden biri. Geleceğin neye benzeyeceğini hayal ederken, çoğumuzun pek renkli fikirleri yok. yaşadığımız toplumdan genel olarak şikayetçiyiz, iyiye gideceğine inanan da …
Yazı: Sezin Öz
“abi bi tane kitap var ya, 1984”
“evet”
“aynı günümüz… çok anlamlı. Adam gelceği görmüş kesin oku onu…”
Distopya eserleri, okuma kültürünün eksikliğinden sıkça şikayet edilen ülkemizde her nasılsa en çok dikkat çeken ve okunan türlerden biri. Geleceğin neye benzeyeceğini hayal ederken, çoğumuzun pek renkli fikirleri yok. yaşadığımız toplumdan genel olarak şikayetçiyiz, iyiye gideceğine inanan da yok gibi. Galiba bu yüzden distopya eserlerine düşkünüz biraz. 80 yıl önce yazarın biri tarafından çoktan öngörülmüş bir felaket senaryosunda yaşadığımızı
düşünmek gizli gizli hoşumuza gidiyor, içten içe “biliyorduk ki canım bunun böyle olacağını, okusaydınız işte yazmış adam o kadar ” demeyi seviyoruz sanki.
Bazen distopya eserlerine yüklediğimiz bu aşırı anlam, sayın Özgür Demirtaş’ın yalnızca “George Orwell” yazarak çok şey anlattığını düşündüğü tweeti gibi hafiften komik bir his veriyor.
Artık çok konuşulduğu için ciddiyetini ve ağırlığını hafiften kaybettiyse de, distopyaların anlattıkları fikirler hala çok güçlü. Doğrusu hep 1984 kitabı öne çıksa da, Neil Postman’a göre bu distopyalara yüklediğimiz “geleceği en iyi görme yarışı”nın kazananı aslında Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı.
Cesur Yeni Dünya
Huxley’nin 1931’de yazdığı Cesur Yeni Dünya, bir kuluçka merkezine yapılan okul gezisi sahnesi ile başlar. Bu kuluçka merkezinde toplumun yeni bireyleri, mensup oldukları sınıf önceden belirlenmiş olarak ve en sıkı denetimlerle, mükemmel şekilde devasa tüplerin içinde yetişmektedir. Bu dünyada “anne” kelimesi müstehcendir, cinsellik tamamen hazza yöneliktir ve insanlar kuluçka merkezlerinde üretilip daha sonra mükemmel vatandaşlar olmak için şartlandırma merkezlerine doğru yola çıkarlar.
Anlatım, bir olay örgüsü takip etmekten ziyade kurgulanan toplum yapısını anlatmaya yöneliktir. Bu yüzden daha sonra çekici bir kuluçka merkezi çalışanı olan Lenina Crowne’ın o akşamki gündelik hayatı ile devam eder. Lenina, son birkaç seferdir aynı adamla olduğu için arkadaşı tarafından ayıplanmaktadır çünkü Cesur Yeni Dünyadaki “Dünya Devleti” içerisinde “herkes, herkes içindir” ve sürekli aynı kişiyle birlikte olmak artık müstehcen bir kavram olan romantik ilgiyi çağrıştırır.
Peki ya Tanrı?
Bu dünyada Tanrı ise yerini Ford’a bırakmıştır. Evet, Henry Ford. Henry Ford’un ilk üretim bandını icat etmesi ile üretimde ve dolayısıyla tüketimde açtığı çığır, onu bu dünyanın kutsalı haline getirmiştir. Dünya devletinde tarih “Ford’dan önce ve Ford’dan sonra” diye ayrılır, olaylar da Ford’dan sonra 632 yılında gerçekleşir. Ford’dan sonra 632, bütün haçların tepesinin yüzlerce yıl önce kesilip “T” harfine dönüşerek Ford’un T modelini temsil ettiği, toplumun alfa, beta, delta, gama, epsilon gibi sınıflara ayrıldığı ve her bireyin mensup olduğu sınıftan çok mutlu olacak şekilde şartlandırıldığı, istikrar ve düzeni bozan hiçbir şeyin olmadığı bir yıldı.
Bir Alfa, en üst sınıf olmaktan gururlu bir şekilde şartlandırılarak büyürken, bir beta üstün olduğu ancak alfalar kadar çok sorumluluğun olmadığı için çok mutlu, bir delta ise alfalar ve betalar gibi üstün kişilere ettiği hizmetten çok tatmin olacak şekilde şartlandırılır.
Bilgi?
Bilgiden ve düşünceden korkulan 1984’ün aksine, bu dünyada bilginin sanki bugünkü internet anlatılmak istenircesine “musluklardan aktığı” tasvir edilir. Her yerde her an bilgi vardır, o kadar fazla bilgi vardır ki artık insanlar etraflarındaki bilgi akışına karşı duyarsızdır. Orwell kitapların yasaklanması, bilginin yok edilmesinden korkarken, Huxley kimsenin var olan kitapları okumak istememesi ve kendilerini oyalayacak başka şeyler bulmuş olmasından korkar. İnternetin bizler için daha sonraları bilgi aracı olmanın ötesinde zaman geçirme, kafamızı dağıtacak içerikler bulup tüketme işlevinin yerini ise bu dünyada “soma” adı verilen zararsız bir uyuşturucu hap alır. Özellikle işçi sınıfları bu hapa çok düşkündür.
Fakat sayın Huxley, bu yazdıklarınız bana ütopya gibi geliyor?
Huxley kitabını bir distopya olarak tanıtmış olsa da, tasarlanmış olunan düzenli ve istikrarlı toplum modeli, bazen insanlara çekici geliyor. Bu, size göre toplumu ideale yaklaştıran şeyin ne olduğuna göre değişir, mutluluk mu? Haz mı? Düzen, yasalar? Ama bu sırada irade ve özgür düşünce?
Üretim bantlarında şişelenerek üretilmiş ideal bireyler, duyguları bastırmak için çiğnenen hormon sakızları, ailenin ve dolayısıyla beraberinde getirdiği sorunların olmaması, bolluk, üretim, tüketim, sonuna kadar haz… Evet, yeterince çekici geliyor. Yaşadığımız dünyadan hepimiz şikayetçiyiz, bir şeylerin ters gittiği kesin gibi. Ancak, zıttının var olmadığı bir dünyada mutluluğu nasıl algılayabilir, nasıl hissedebiliriz? Hazzın olmamasının ne demek olduğunu bilmezsek, hazzın önemi kalır mı?
Son söz: Platon’a sevgiler.
Böylesi bir düzeni ideal bulmanın, biraz da ürkütücü bir kısmı var. “Düşüncenin serbest olduğu gerçek dünya neyimize yaramış ki, her düşüncemiz kafamıza bir fanusun içindeyken işlenmiş olsun da en azından bari mutlu olalım!” düşüncesi biraz anlaşılır. Ancak kimileri bu hikayedeki “dünya denetçileri” yani düzenin tasarlayıcıları ile empati kurma girişiminde bulunarak “ya bak nasıl da süper uyutmuşlar milleti, her şey tıkır tıkır işliyor” demeye yeltenebilir.
Bu türden bir düşüncesi olanlar için, bir çok distopyada görülen; “çocukların devlet için üretilmesi” , “ailenin ve romantik birlikteliğin olmaması” , “çocukların eğitiminin tamamen iyi bir vatandaş olmaya yönelik olması” , “mutlak çıkarın bireyin değil devletin olması” hatta “sınıfsal ayrımın normal ve doğal olması” kökleri Platon’un devlet eserinde ideal devlete dair belirttiği fikirlere dayanan konseptlerlerdir. Platon, halka herkesin çamurdan yapıldığını ve bu yüzden eşit olduklarını, ancak bazı kişilerin altın, bazılarının ise gümüş ve bronz tozu ile yoğuruldukları ve bu yüzden bazılarının “diğerlerinden daha eşit” olduğu yalanını ( kendisi böyle belirtiyor) söylemeye kadar ileri gitmiştir.
Çok keskin sınıfsal ayrımların olduğu bir dönemde yaşayan platon için; en azından herkesin çamurdan yapıldığını söylemesi aslında bir eşitlik vurgusu sayılabilse de, günümüzdeki sosyal adalet anlayışı ile örtüşmesinin mümkün değildir. Siyaset kuramcıları tarafından Platon’un fikirleri ile Nazi Almanya’sının doğrudan bağdaştırıldığını söylemekte de fayda var. Platon, hayatının geç dönemlerinde yasalar kitabını yazarak devlet kitabındaki ütopik anlayışını kısmen geri çekse ve tanrıcı bir çizgiye yönelse de, Nazi Almanya’sında olanlar çoktan olmuştur.
Belki de iradenin ve düşüncenin mümkün olduğunca özgür bırakılması, düzenden daha önemlidir. Hatta bunun üstünde durursak biraz, geleceği düşündüğümüzde içimizi kaplayan kara bulutlar belki yavaşça dağılır. Sizler yine de bunu fazla düşünmeyin. Ama henüz kimsenin kitaplarla alenen derdi yokken “o kitabı kesin okuyun”.